Written by 16:30 HABERLER

Banliyönün Sesi

Mesut Bayraktar

Mahir Güven’in Almancası Aufbau Verlag tarafından yayımlanan “Zwei Brüder” (İki Kardeş) romanı, inancı, ihaneti, kardeş sevgisini anlatıyor

1986 Nantes doğumlu Mahir Güven, 2017 yılı sonunda Fransa’da yayınlanan ilk romanı “Grand Frère” ile “Prix Goncourt du premier roman 2018” dahil olmak üzere birçok ödül kazandı. Roman aynı yıl Almanca olarak yayınlandı. André Hansen tarafından “Zwei Brüder” adıyla tercüme edilmişti.

Fransa’nın aksine, roman bu ülkede geniş bir okur kitlesi bulamadı. Bunun Alman okurlarının kendine özgü zevkinden mi yoksa farklı yaşam koşullarından mı kaynaklandığını bilemiyoruz. Gerçek şu ki, roman hem tematik hem de dilsel olarak acı verici aciliyete ve patlayıcı yazma çılgınlığına tanıklık ediyor. Arka planında 2011’den bu yana Suriye’de devam eden iç savaş olan roman kökten dincilik, sosyal ayrımcılık, ırkçı sınıf şiddeti ve inanç, ihanet, kardeş sevgisini anlatıyor.

ÖN CAMIN ARDINDAKİ BAŞKENT

“Hayatın bir film olduğunu mu sanıyor? Gecenin bir yarısı haber vermeden geri gelinebileceğini mi? Kim olduğunu sanıyor? Ve şimdi koridorda başıboş ıslak bir köpek gibi duruyor.” Birden geliverdi, yıllar önce Suriye’de yeraltına geçen ve mücahitlerin pençelerine düşen küçük kardeş. Paris’e döndü.

Bu süre zarfında ağabey, çevrimiçi ulaşım hizmeti ‚Uber‘ kullanıcılarını kendi arabasıyla Paris’e taşıdı. Öfke, hayal kırıklığı, gençlik gururu ve daha iyiye olan açlıkla dolu düşünceleri, Robert de Niro’nun oynadığı “Taksi Şoförü” filminin kahramanı Travis Bickle’i sık sık hatırlatması kaçınılmaz. Sadece o, 1970’lerin ortalarında Vietnam savaşından dönen biri değil, 21. Yüzyıl’da “Banliyö” adı verilen bir sosyal savaş bölgesinde büyüyen bir Suriyeli. Patentli bir algoritmanın komutasında, ön camının arkasındaki başkenti, özellikle de burjuvazinin zengin mahallelerini deneyimliyor. Aynı zamanda, herkesin yararına özgürlük olarak satılan emeğinin değişim değerini, anonim bir sıralama prosedürü ile kendisini ona karşı savunamadan belirliyor. Kazananların sadece hiç iş yapmayanların olduğu bir uygulamanın sessiz zorlamasıyla beyin ve kaslarını, aynı zamanda geceleri de atlatmak için, esrarın sarhoşluğunda boğuyor. “Uykuyu çağırmak için bir esrar sardım.” Mary Jane’i uyumak için yakmak cesareti kırılanlar içindir. (…) Çim, hamam gibi geceleri gölgeler. Karanlık, nemli, çok uzağı göremiyorsunuz ve her şey çok yavaş ilerliyor.” Halkın afyonu, Karl Marx’da bir metafor olsa da din için kullanılıyor. O çoktandır metafor olmaktan çıktı, saf gerçeklik oldu.

Roman bunu da, veriye dayalı kapitalizmi irdelemeyi ve platform şirketlerinin radikal sömürü pratiklerini, kurgusal olmayan bir kitabın neredeyse yapamayacağı şekilde somut hale getirmeyi başarıyor. Bu arada, birbirinden çok farklı olan iki kardeşin babası, daha iyi ücret ve çalışma koşulları için Uber ve Co.’ya karşı taksi sendikasıyla grevde!

Sınıflı bir toplumdaki acı ironi. Şiddet hiç sona ermiyor, özellikle de baba-oğul ilişkilerinde…

ACI VE GÜNAHLARDAN KURTULUŞ ÇÖZÜM DEĞİL

Öte yanda küçük kardeş. Sessiz, karışmayan bir gözlemci, derin, ıstırap verici düşüncelerle meşgul. Sağduyulu konuşuyor ve aynı zamanda idealizminden taviz vermiyor. Bir klinikte tıbbi asistan olarak çalışıyor. Büyük oğul, uygun himaye altında babasının izinden giderken, küçük kitaplara, fikirlere ve tüm dinlerin temel kavramına çocukluğundan beri ilgi duymuştur: Günah ve acılardan kurtuluş. Artık Fransa’ya dayanamaz haldedir. Siyasal İslam’ı benimseyen o, kurtuluş arayışına çözüm olmayacağından şüphe etse de atalarının halkını kurtarmak için bir gün ortadan kaybolur. Suriye’ye gider, isyancılar için diplomasız bir doktor olarak savaş alanında çalışır, bir yabancıyla evlenir, baba olur ve beklenmedik bir şekilde kendini, reddedemeyeceği bir kalaşnikofun ellerine itildiği bir durumda bulur. Bir mülteci olarak Paris’e döner ve tüm aileyi tehlikeye atar. Charlie Hebdo’dan sonra, Bataclan’dan sonra, Nice’den sonra, Fransız olsun olmasın, Arap görünümlü, özellikle banliyödeki polis, yargı, politika ve Fransız devleti tarafından yabancı olarak tanımlanan, başta alt sınıflar olmak üzere, herkes genel zan altındadır. Potansiyel teröristler, cihatçılar, devlet düşmanları muamelesi görmektedirler.

Peki ağabey ne yapmalı? Küçük kardeşini ihbar etmezse, yardım ve yataklıktan, hatta suç ortaklığından suçlu görülecek. Eğer ihbar ederse, kendisine ve ailesine ihanet edecek. Peki ya küçük kardeş kökten dinciliğe sırtını dönmediyse, mücahitlerle bağlantısını kesmediyse ve onu bir terörist (uyuyan) hücrenin parçası olarak Suriyeli mülteci kılığında Paris’e kaçırdılarsa? Her gün demokrasi üzerine boşlaf eden ve siyasal İslam’ın tohum ekebilmesi için nefretin yeşerdiği, Fransız emperyalizminin Grandeur de la France temelinde hazır olduğu bir ülkede yaşamanın ne demek olduğunu iki genç sesle anlatan Güven’in romanı böyle bir çatışma ekseninde ilerliyor. Buna uygun olarak, kompakt bölümler dönüşümlü olarak Büyük Kardeş ve Küçük Kardeş olarak adlandırılıyor.

SOKAĞIN DİLİ

Romanı özel kılan şey dili. Özellikle ağabey konuşurken koşulsuz sertlik, acımasızlık ve şok edici şekilde yansıtılan dürüstlük. Dil, Édouard Louis’in “The End of Eddy”si ile karşılaştırılabilir – farklı olarak daha direkt ve sokakla yüklü. Nitekim her iki roman da birbirini tamamlayan parçalar olarak yan yana yerleştirilebilir. Louis, kuzey Fransa’daki Picardy’de işçi sınıfı çocuğu olarak yoksulluğun şiddetini yazarken, Güven, gerçeğin kendileri için şiddet olduğu banliyödeki iki genç işçiden bahsediyor.

(Çeviren: Semra Çelik)

Close