Yücel ÖZDEMİR
Son birkaç yıl içinde dünyada yaşanan siyasi, ekonomik ve toplumsal gelişmeler gelinen aşamada iki ana aks üzerine yerleşmiş görünüyor. Birisi savaş-militarizm, ikincisi milliyetçilik-ırkçılık. İkisi de bir birbirine bağlı. Bağımsız, kopuk, ayrı hatları üzerinden ilerlemiyor. Emperyalist devletler arasında dünyanın yeniden paylaşımı temelinde çıkarılan ve bundan sonra çıkarılmak istenen savaşlar aynı zamanda pek çok alanda bir ters yüzün de habercisi. İçinden geçtiğimiz süreçte birçok ülke bu ters yüz oluş potansiyeline hazırlık amacıyla, kurulacak “yeni dünyada” pozisyon almanın hesaplarını yapıyor. Bu hesap pek çok ülkeden sermayenin, sınırların, milli kimliklerin korunmasına kadar vardırılmış durumda.
Geleneksel burjuva partileri tarafından başlatılan bu süreci yeterli görmeyen, daha hızlı ve sert önlemlerin alınmasını isteyen aşırı sağcı, popülist, milliyetçi, ırkçı parti ve hareketler ise yaratılan ulusalcı/milliyetçi atmosfer içerisinde kolay bir şekilde üye, taraftar ve seçmen bulabiliyorlar. Avrupa’nın pek çok ülkesinde aşırı sağ, faşist partiler hızlı bir şekilde güç toplarken, bilinen sermaye partileri ise sürekli güç kaybediyor. Merkezdeki “sağ” ve “sol” partiler pek çok alanda politikalarını daha sağa, milliyetçi çizgiye yaklaştırarak aşırı sağın yükselişini engellemenin hesaplarını yapıyorlar. Ancak merkezdekiler sağa kaydıkça, sağ popülist partiler içindeki ırkçı eylemler de güç kazanıyor.
Dönemlere ayırarak söyleyecek olursak, 2000’li yılların başında sözde sosyal demokrat partilerin, özünü Blair-Schröder tezlerinde ortaya konulan açıktan neoliberal bir çizgiye kayması, bazı ülkelerde geçici de olsa sol sosyal demokratlara yeni alanlar açarken, genelde aşırı sağın güç toplamasına hizmet etti. Ancak bu kalıcı olmadı. Yükselen partilerin çoğu kısa sürede güç kaybetti. Neoliberal politikalarla var olan sosyal hakların budanmasıyla oluşan yoksulluk, işsizlik ve gelecek kaygısı, özellikle Avrupa’daki emekçi sınıflar arasında gelecek korkusuna, tedirginliğe yol açtı. Bunu fırsat bilen sağ popülist akımlar ekonomik sorunlara, göçmen ve mülteci düşmanlığına bir de İslam düşmanlığını eklediler.
11 EYLÜL
Aşırı sağcı partiler Avrupa genelinde özellikle 11 Eylül 2001’de İkiz Kuleler’e yönelik terör saldırısı ve ardından yaşanan gelişmelerle ABD sermayesi ve idaresi öncülüğünde İslam ve Müslüman göçmen düşmanlığını keşfederek, geniş emekçi yığınlar arasında korkuları körükleyerek güç toplamanın çabası içerisine girdiler ve önemli başarılar da elde ettiler. Bu konuda denilebilir ki, ilk önemli çıkışı Avusturya’daki Özgürlükçü Parti (FPÖ) yaptı. İlk hükümet ortağı olan parti oldu. Bu ilk dalgada İslam düşmanlığıyla birleşen yabancı düşmanlığı, ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin işgal ve yerle bir ettiği ülkelerde güçlenen radikal dinci terör örgütlerinin Ortadoğu ve Avrupa ülkelerinde yaptığı katliamlar ile birleşince, güç toplama süreci hız kazandı.
SURİYE SAVAŞI
Paris, Madrid, Londra, Brüksel, Berlin’deki… büyük İslamcı terör saldırıları, özellikle Hristiyan-Batı değerlerine bağlı emekçi sınıflar arasında sağ popülist hareketlerin güç toplamasını kolaylaştırdı. İkinci dalgada, Arap ülkelerindeki müttefiklerini deviren halk ayaklanmalarından muzdarip Batı’nın bu kez hızla müdahil olduğu Suriye savaşı sonrasında milyonlarca mültecinin Türkiye ve Kuzey Afrika üzerinden Avrupa’ya ulaşması da var olan korkuları tetiklemeye devam etti. Koronavirüs döneminde başlayan belirsizlik, yanıtsız sorular ve keyfi uygulamalar, korku ortamını kullanmakta, sorunları suistimal etmekte ustalaşan aşırı sağcılar, üçüncü dalga olarak tanımlayabileceğimiz bu süreç ırkçılar tarafından kullanılmaya devam edildi. Sistem partileri ve hükümetler tarafından korona dönemi, geniş kesimleri daha fazla kontrol altına almak için kullanılırken, olanların tümünün bir merkez tarafından planlanarak uygulandığını savunan kompo-teoricilerle birleşen aşırı sağcılar bu sayede kıta genelinde kitlesel güçlerini artırmayı başardılar.
UKRAYNA SAVAŞI
Ukrayna Savaşı ise aşırı sağın yükselmesine katkı sağlayan son gelişme oldu. Özellikle Rusya ile yakın ticari ilişkiler nedeniyle ucuz enerjiye sahip olan Avrupa ülkelerinde, savaş ve enflasyonla bağlantılı olarak baş gösteren hayat pahalılığı ve yoksulluk, doğal olarak hükümetlerin Rusya politikasının sorgulanmasına yol açtı. Sermaye partileri ve solun bir bölümü Ukrayna’ya her türlü destek konusunda birleşip askeri harcamaları arttırdığında, aşırı sağcılar açıktan Rusya’yı, Putin’i mahkum etmeye yanaşmadılar. Bu da, savaş nedeniyle tedirgin olan, ekonomik olarak kaybeden kesimler arasında aşırı sağın destek alınmasına yol açtı. Aşırı sağcı, popülist hareketlerin Rusya ile doğrudan ya da dolaylı kurdukları ilişkiler de bu politikanın oluşmasında belirleyici oldu, olmaya da devam ediyor. Bu arada “Rusya işgali karşıtlığı”nın bilinçli bir politikayla Sovyetler Birliği düşmanlığına dönüştürülmesi ve böylece sosyalizm, komünizm düşmanlığının körüklenmesi; bu vesileyle Ukrayna’da dikkat çeken Nazi grupların kahramanlaştırılması ve Avrupa’nın çoğunda Nazi karşıtı mücadelenin simgelerinin düşmanlaştırılıp yok edilmesi süreci de, bizzat hükümetler eliyle örgütlendi.
Batı Avrupa’da siyasal istikrarsızlığın ve kaosun kendi işine yarayacağının farkında olan Rusya Lideri Putin, bu nedenle Batı Avrupa’daki ağırı sağcılarla da irtibatını sürdürüyor. Bunun en belirgin halini Macaristan’ın aşırı sağcı lideri Viktor Orban ile kurulan ilişki gösteriyor. Orban, her fırsatta AB’nin Rusya’ya karşı aldığı kararlara itiraz edip, veto koyuyor. Macaristan, İsveç’in NATO üyeliğine, Rusya ile olan ilişkiler nedeniyle henüz onay vermeyen tek AB ve NATO ülkesi.
AŞIRI SAĞ HÜKÜMETLER
Ülkelere, kullandıkları konular, kuruluş biçimleri farklılıklar göstermekle birlikte aşırı sağ, popülist partilerin elde ettikleri siyasi güç sayesinde birçok ülkede hükümet, hükümet ortağı ve ana muhalefet durumuna geldiler. Daha birkaç yıl önce kapitalist devlet aygıtının kenarında görünen sağ-faşist hareketler ülkelere göre farklılıklar içermekle birlikte, aşamalı olarak devlet aygıtının parçası olmayı, devletlerin politikalarında etkili olmayı başardılar.
Birçok ülkede sistemin diğer partileri ve devlet aygıtı, sermayenin çıkarları gereği buna tepki göstermeden mevcut duruma uyum sağlama, ya da sözde “sistemin dışından” gelerek içine giren aşırı sağcıları uyumlu hale getirmenin yolunu seçerken, Almanya’da halkın büyük bir kısmından hükümet partilerine, hatta bazı sermaye gruplarına kadar uzanan geniş bir yelpaze, aşırı sağcın devletin merkezine doğru ilerlemesini engelleme yolunda bir hamle yapmış görünüyor.
İçinde aşırı sağcı, faşist akım ve grupların olduğu Almanya için Alternatif (AfD) Partisinin hem anketlerde oyunun yüksek görünmesi hem de son seçimlerde birkaç eyalet parlamentosunda aldığı yüksek oy, bu partinin önemli bir güç haline geldiğini gösteriyor. Yükselişe neden olan geniş kesimler arasındaki gelecek korkusu ve endişesi devam ettikçe, tek başına karşı bir kampın oluşturularak sokakta bir mücadele yürütülmesinin sonuç vermesi ise zor görünüyor. Bu yükselişin baş sorumlusu olan sermayenin diğer partileri ise sanki bütün olup bitenlerde sorumlulukları yokmuş gibi hareket ederek, ikiyüzlüce bir siyaset izliyorlar.
AŞIRI SAĞ AVRUPA PARLAMENTOSU SEÇİMLERİNE HAZIRLANIYOR
Kıta çapında aşırı sağın yükselişinin AB’nin geleceği açısından da önem arz ettiği biliniyor. “Ulusal sınırların ve çıkarlar”ın daha fazla öne çıkarılması, gerektiğinde AB’den ayrılmayı savunan aşırı sağ partilerin önümüzdeki haziran ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde güç toplaması, parlamentodaki dengeleri değiştirebileceğinden söz ediliyor. Fransa, Almanya ve Hollanda’daki aşırı sağcılar zaman zaman ülkelerinin AB’den ayrılması gerektiği çağrısında bulunuyorlar.
Avrupa Parlamentosunda halen yedi farklı fraksiyon bulunuyor. Hristiyan demokrat, sosyal demokrat, yeşiller, liberal ve sol gruplarının dışında iki farklı aşır sağ fraksiyon bulunuyor. Bunlar “Kimlik ve Demokrasi” (ID) ve Avrupa Muhafazakar ve Demokrat Fraksiyonu (EKR). Her iki grubun 64’er milletvekili var. Almanya için Alternatif (AfD), Belçika’dan Vlaams Blang, Danimarka Halk Partisi (DF), Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ), Fransa’dan Ulusal Cephe (RN) gibi sağ popülist, ırkçı özellikler taşıyan partiler ID grubunun üyesi.
Aşırı muhafazakar, sağcı Polonya’daki PiS, Macaristan’daki Fidez, İtalya’daki faşist Frateli d’Itallia, İspanya’daki Vox gibi partiler EKR fraksiyonuna üye. Önümüzdeki seçimlerde bu grupların çıkaracağı milletvekili sayısının Avrupa Parlamentosunda karar alma süreçlerini zorlaştırabileceği tahmin ediliyor. Bu nedenle AB’ye eleştirel bakan, hatta ülkelerinin AB’den çıkmasını savunan aşırı sağ partilerin gönderecekleri milletvekili sayısı önemli.
Özellikle 6-9 Haziran tarihleri arasında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinden sonra oluşacak yeni denge, AB’nin geleceği açısından da önemli olacak. Avrupa Dış İlişkiler Konseyi (European Council on Foreign Relations – ECFR) tarafından 24 Ocak’ta yayımlanan bir kamuoyu yoklamasında aşırı sağ, popülist partilerin seçimlerden birinci çıkma olasılığının olduğu ülkeler şu şekilde sıralandı: Avusturya, Belçika, Çekya, Fransa, Macaristan, İtalya, Hollanda, Polonya ve Slovakya.
Bulgaristan, Estonya, Finlandiya, Almanya, Letonya, Portekiz, Romanya, İspanya ve İsveç’te ise sağ popülist partilerin ikinci ya da üçüncü olması bekleniyor. Bu da seçimlerden, AB’ye eleştirel bakan, karşı çıkan aşırı sağcıların, milliyetçilerin sandıktan başarıyla çıkacağı anlamına geliyor.
Ülkeler hakkında kararların Brüksel’den verilmesine karşı çıkan, iktidarlarının geleceklerini ulus-devletin korunmasında gören milliyetçi partilerin güç kazanması aynı zamanda AB’nin ekonomik, politik ve hukuksal entegrasyonunun sürmesi konusunda planlanan adımların sekteye uğraması anlamına gelecek. Milliyetçiliğin güç topladığı Avrupa’da Brüksel merkezli politikalardan uzaklaşma eğilimi de ağırlık kazanacak.
YARIN: Ülke ülke aşırı sağın durumu ve antifaşist mücadele