M. SİNAN BİRDAL
Milyonlarca insanın bir bireyin iradesini takip ettiği tek adam rejimlerin analizi sosyal bilimler için ciddi bir mesai. Toplumsal güçlerin nasıl bir liderin vasıfları haline geldikleri tek bir düzlemde ele alınamayacak, katman katman incelenmeyi gerektiren bir hadise. Tek adamlaşmaya dair tartışmanın en önemli bahsi kuşkusuz Hitler ve Nazizm’dir. Son dönemde yazılan biyografiler bu bahsi yeni kaynaklar ve yaklaşımlarla ele alıyor. Bilhassa Sovyet arşivlerinin araştırmacılara açılması ve böylece Goebbels, Himmler gibi Nazi liderlerinin evrakının incelenmesi faşist idarenin nasıl işlediğini daha detaylı ortaya koymayı mümkün kılıyor.
Hitler ve Führer rejimine dair tartışma İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde başladı. Savaş suçları bağlamında gelişen bu tartışmada hangi Nazilerin sorumlu tutulacağı, hangisinin nasıl cezalandırılacağı, kimin suçsuz sayılacağı, kimin nasıl rehabilite edileceği ve en önemlisi müttefiklerin Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki gibi bir Versailles Anlaşması vakasını nasıl önleyebileceği temel başlıkları oluşturmaktaydı. Hitler’i bir iş kazası (Betriebsunfall) olarak değerlendirerek Almanya’nın, Alman ulusunun sorumluluğunun göreceleştirilmesi savaş sonrası Almanya’da yaygın bir görüşü temsil ediyordu. 1949’da Tarihçi Fritz Fischer’in devleti yücelten Lutheranlığı sorumlu tutması geçmişle yüzleşemeye çağıran önemli bir tavırdı. Hitler tarafından “hipnotize edilmiş kitleler” anlatısına karşı Almanya’ya özgü toplumsal ve kültürel unsurları öne çıkaran tarihçiler sorumluluğun sadece bir avuç Nazi liderine yıkılamayacağını, daha geniş bir yüzleşmenin kaçınılmaz olduğunu vurguladılar. Uzun yıllara yayılan bu tartışma ortamı Alman tarihçiliğinde eşine az rastlanır bir polemik üslubu egemen kıldı. Günümüzde dahi tarihçi kavgalarının basında, gazete eklerinde sürdürüldüğüne tanık olmak mümkün.
Toplumsal etkenler ve bireysel sorumluluk arasında denge gözeten yeni bir çalışma Peter Longerich’in 2015 tarihli Hitler biyografisi. Longerich, onu psikolojik, patolojik bir vaka olarak ele alan biyografilerin aksine Hitler’in yaşamının ilk yirmi yılına çok az yer ayırıyor. Tarihçiye göre Hitler’in dayak atan babası, annesiyle ilişkisi, başarısızlıkla sonuçlanan sanat kariyeri gibi faktörlerle Nazizm’i açıklamak mümkün değil. Keza, genel toplumsal, kültürel dinamikleri analiz etmek de yetersiz. Führer ilkesinin Alman toplumuna nasıl hakim olduğunu açıklayabilmek için farklı analiz düzlemlerinde eş zamanlı ilerleyen bir yönteme ihtiyaç var.
Longerich’in biyografisinde dikkat çeken en önemli husus kanımca Hitler’in ve Nazilerin 1919’dan itibaren cumhuriyet rejimine karşı mevzilenen ordu ve istihbarattan gördükleri destek. Nitekim, Hitler Nazi partisinin 12 Eylül 1919’daki toplantısına İmparatorluk Ordusu’nun istihbaratı tarafından yollanmıştı. Longerich’e göre Bavyera devriminin ertesinde devrimci idareye karşı imparatorluk ordusu için göreve devam eden Karl Mayr’ın Hitler’i ajan olarak işe alması hem onu terhis sonrası işsizlikten kurtarmış hem de gelecek siyasi kariyerinde kullanacağı yetenekleri (propaganda, ajitasyon, düşmanların tasfiyesi, sponsor temini vs.) kazandırmıştı. Başka bir ifadeyle, Hitler ve Nazi partisi devrim karşısında eski imparatorluk ordusunun beslediği bir derin devlet uzantısı olarak doğdu. Mayr’ın 1925’te SPD’ye üye olması, 1933’te Nazilerin iktidarı ele geçirmelerinden sonra sürgüne kaçması, 1940’ta Paris’te Gestapo tarafından tutuklanması ve 1945’te toplama kampında öldürülmesi bu gerçeği değiştirmiyor. Aksine, toplumsal-siyasal olguların analizinde bireylerin niyetlerinin ötesinde, eylemler ve bunların niyet-ötesi sonuçlarına odaklanmak gereğine işaret ediyor.
Peki Hitler nereye kadar kendine, nereye kadar orduya çalıştı? Longerich, 1921 yazında Hitler’in partinin tek hakimi konumuna gelmesinde ordunun payı olup olmadığını sorguluyor, ancak eldeki delillerle bu sorunun spekülatif kaldığını söylüyor. Tarihçiye göre bir konuda kuşku yok: 1923’e kadar Nazi partisi esas olarak Bavyera’daki karşı-devrimin bir ürünüydü ve ana hedefi demokrasiyle mücadeleydi. Führer ilkesi de bu amaca doğrultusunda ortaya çıkan bir örgütlenme modeliydi. 1933’te devleti ele geçirecek olan bu örgüt kendi modelini de devlete hakim kılacaktı. Führer ilkesi, yani resmi karar prosedürünün yerine liderin şahsi kararının belirleyici olması, Hitler’in kendisini parti için kavgaların üstünde bir yargıç, bir hakim olarak konumlamasına ve sürekli parti ve devlet görevlilerini birbirlerine karşı oynamasına imkan tanıyordu. Öngörülemezlik ve iktidar yapısında lidere şahsi erişimin belirleyiciliği Hitler’in bilinçli izlediği politikalardı. Aynı işlevi gören paralel bürokratik yapıların ölümüne birbiriyle yarıştığı bu rejim, soyut bir rasyonalite tanımından yola çıkan devlet kuramlarını çıkmaza sokmaya devam ediyor. Bu yaklaşımların kültürel ve psikolojik patoloji argümanlarına yönelmesinin sebebi de bu. Ve tam da bu yüzden Nazi rejimi siyaset bilimi açısından hâlâ güncelliğini koruyor.