Written by 13:28 HABERLER

„İki cins arasındaki mücadele“ sergisi

Zahide Yentür

„Franz von Stuck’dan Frida Kahlo’ya kadar iki cins arasındaki mücade“ başlıklı sergi bu yılın Mart ayına kadar Frankfurt Städel Müzesin’de devam edecek. Sergide, 19. Yüzyılın ikinci yarısından 20. Yüzyılın başına kadar cinsel eşitsizlik ve kadının toplumsal ve cinsel eşitlik için verdiği mücadeleyi görmek mümkün. Son yüzyıldaki toplumsal ve bilimsel gelişmelere bağlı olarak kadın ve erkek kimliklerinin yeniden kurgulanması, geleneksel cinsiyetçi rollere ilişkin yeni bakış açılarının izleri ressamların tuallere attığı fırçalarda görülüyor.

Havva Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmadı

19. Yüzyıl’ın ikinci yarısında insanın yaradılışı üzerine tezler, Darvin’in Evrim Teorisiyle birlikte köklü bir değişikliğe uğradı. Havva’nın Adem’in kaburga kemiğinden yaratılması teorisinin yerine geçen insanın evrimleşme sürecine ilişkin bilimsel tezlere sanat, ilgisiz kalmadı. Bu aynı zamanda Adem ile Havva’nın cennetden kovulma hikayesinin yeniden kurgulanmasına yol açtı. Tuallere yansıyan Havva artık günah kaynağı, edilgen ve pasif değildir.

Julius Paulsen’in 1887’de yaptığı „Adem ve Havva“ tablosunda cennette karanlıklar içerisinde kalan Adem yerden sırtını kaldıramamışken, tualin sağ ucunda duran Havva bedeniyle bir ışık demeti oluşturarak karanlığa aydınlık getiriyor: Havva, bir karar aldı ve bu karara Ademi de ikna edecek. Havva’nın aynı kararlılığını Suzanne Valadon’un aynı isimli tablosunda da görmek mümkün.

Bu dönemin ressamlarını etkileyen „Femme Fatale“ sembolü, -çılgın kadın iktidarı- esasen kapitalist gelişmelerle birlikte üretimde önemli rol üstlenen ve bu rolüne denk düşen politik, sosyal ve cinsel haklar talep ederken ataerkil düzenle çelişen ve hak arama mücadelesinde belki de hırçınlaşan ya da hırçınlaştırılan kadından başkası değil.

„Çılgın kadın“ pantolon giymek istiyor

1848 yılında Frankfurt’ta ilk burjuva parlamentosunun kurulmasıyla sonuçlanan halk devriminde işçiler, sanatkarlar ve köylüler monarşiye karşı barikat savaşları vermişlerdi. Bu sokak savaşlarında erkeklerle birlikte eşitlik ve demokrasi için mücadele eden ve kurulan ilk parlamentonun üyesi bir kadın vekil Clotilde Koch-Gontard duygularını şöyle ifade ediyordu: „Mücadelede dinç bir güç olmama rağmen sadece kadın olarak anlaşılmam beni derin kederlere sürüklüyor“. Haksız da sayılmazdı. Zamanın enteklektüel birikimini etkileyen örneğin Otto Weininger gibi bir filozof ve yazar „Salt erkek, tanrısallığı temsil eder ve mutlaktır. Dişi ya da erkekdeki dişi unsurlar bir hiçliğin sembolüdür“ derken kadını insandan saymıyordu. Kadın, erkeğin hizmetinde olduğu sürece ve onu tamamladığı ölçüde insandı. Yoksa o bir hiçti. Erkeğin faydalı bir parçası olmadığı sürece o, ne insan ne de bir varlıktı.

Fransız Devrimi sonrası erkek giysileriyle meydanlara çıkan ve bir erkek ismi olan George Sand adı altında makaleler kaleme alan Amantine Aurore Lucile Dupin, „biz kadınlar, halkın bir parçayız“ diyerek kadınlara eşit politik haklar talep ediyordu. 19. Yüzyılın ikinci yarısında Avrupa devrimler çağındaydı. Zamanın yükselen sınıfı burjuvazinin safları da dahil olmak üzere kadınlar eşit haklar istedi.

Bu hak mücadelesinin sanata yansımasında kadının hak mücadelesi herzaman olumlanmadı.

Kadını erkekten bağımsız bir insan ve erkek gibi bütünlüklü bir varlık görme konusunda sanatçıların bir kısmı kararsızdı. Bazı erkek ressamlar, dinsel ve efsanevi öğelerle harmanladıkları eserlerine erkeğin 3 bin yıldır kadın cinsine karşı duyduğu güvensizliği, korkuyu, iticiliği yansıttılar. Kuşkusuz burada, kaybedildiği ya da sarsıldığı düşünülen ataerkil gücün de etkisi var. Alfred Kubinin „Savaş Şenliği“ ve „Örümcek“ isimli tablolarında Kadın cinselliğiyle erkeği mahkum ederken tiksilinecek bir varlık. Carlos Schwabe’nin „Kin namlusu“ tablosunda kadın, hemcinslerini boğazlayan eli kanlı bir cadı olarak tasvir ediliyor. Thomas Theodor Heine’nin „İnfaz“ isimli tablosunda Kadın omuzuna yüklediği kılıçla erkeği zincirleyip, Sırat Köprüsün’den geçiriyor. Gustav Adolf Mossa, „Sfenksler“i, açlığın, ölümün, sefaletin, savaşın sebebi dört yüzlü kadınlar olarak kurgulamış.

Cinsel içerikli cinayetler tuallere nasıl yansıdı?

Birinci Dünya Savaşın’da burjuvalar erkek emekçileri, diğer erkek emekçileri boğazlaması için cepheye gönderdi. Erkekler, cephede savaşırken onlardan boşalan alanları kadınlar doldurdu. Kadınlar üretdi, kadınlar çocuk yetiştirdi, kadınlar yaşamın idaresini kendi ellerine aldı. Burjuvalar adına organize cinayetler işlemekten başka hiç bir anlamı olmayan emperyalist savaştan geri evlerine dönen erkekler, ağır travmalar geçirdi. Savaş sürerken erkek cephedeydi ve o olmadan hayat devam etmişti. Cepheden dönen erkekle hayat nasıl devam edecekti?

Yenilgi bir anlamda insanlık değerlerinin aşınmasıyla kendisini gösterdi. Sarsılan erkek egemen düzeni sağlamlaştırmak bir yandan kadın bedenine zorla sahip çıkılması, onun aşağılanması ve parçalanmasıyla olanaklıydı. Bütün bunlar, George Grosz’un „Kadın Katili“ isimli tablosunda, Heinrich Maria Davringhausen’in „Hayalperest“ isimli eserinde, Leo Putz’un „Bir Cinayet“ serisinde ve diğer eserlerde ortaya çıkıyor. Käthe Kollwitz’in „Tecavüz“ tablosuna bakınca hüzün görülüyor.

Geleneksel roller değişiyor

Birinci Dünya Savaşı sonrası kadın politik, sosyal ve cinsel haklarında önemli bir noktaya gelmişti. Emperyalist savaşın kadın-erkek eşitliğindeki metaforu eşitlik mücadelesinde katalitazör rolü oynaması ve bu süreçleri hızlandırması oldu.

Kadın fotoğraf sanatçısı Marta Astfalck-Vietz, „Erkekler savaştan çiziktirilmiş ve parçalanmış olarak geri dönüyor. 1918’leri, devrimi ve Spartaküs’ü çağrıştıran heyecanlı duygularla geri dönüyorlar. Dönüldükten sonra gene kalıplara dökülme başlıyor, sarılacak ve destek bulunacak bir şeyler aranıyor“ derken emperyalist savaşların erkek kitlesindeki bozucu etkisine dikkat çekiyordu.

Hannah Höch’ün „Baba“ isimli eserinde, „baba“ kucağında bebek, ayaklarında topuklu ayakkabı çevresinde klişe kadınlık ve erkeklik rolleriyle arka plana itilmiş duruyor. Gene Hannah Höch’ün „Gelin“ isimli tablosunda gelin kocaman bebek kafalıyken, damat arka planda kurşun asker gibi poz veriyor. Karl Hubbuch’un „Fönü ve bisikletiyle Hilde“ isimli tablosunda, „Hilde“ pantolon hakkını kazanmış ve havaya savurduğu kısa saçlarıyla geleneksel kadınlık rollerinin dışında olduğunu açığa vuruyor.

Sürrealistlerde çift cinsiyet simgesi

Sürrealistler, kadının kurtuluş mücadelesini burjuva toplumsal yapının değişimini sağlayacak devrimci bir etken olarak görüyordu. Sürrealistlerin eserlerinde kadın bedeni olağanüstülük taşıyor. Kadın bedeni olağanüstü büyük, olağanüstü güzel ve hatta gerçek olamayacak kadar insan üstü resmediliyor. Çift cinsiyet simgesi kadın ve erkek bedenlerinin ya da güneşle ayın birbirine kaynaştırılmasıyla kullanılıyor. Cinsiyetler arasındaki eşitlik aynı zamanda kadın ve erkek motiflerinin birbirine geçmesi ve kaynaşmasıyla sağlanıyor. Frida Kahlo kendi portresinde bünyesinde topladığı erkek ve kadın karakterlerini yüzünü iki değişik alana bölerek ve her alana ayrı özellikler vererek anlatmış.

Sergi çerçevesinde tarşılan bir konu da, toplumsal gelişmişliğin bugünkü evresinde kadın-erkek eşitliğinin neresinde olunduğudur. 2015 yılında Avusturalya’da senenin kelimesi olarak „Mansplaining“ seçilmiş. Anlamı, erkeğin kadına hayatın gerçeklerine anlatırken onun bu gerçekler hakkında kendisinden daha fazla bilgi sahibi olduğunu duymaması imiş.

Ünlü Casablanka filmindeki o çok meşhur sahnede, asıl oğlanın asıl kıza „gözlerime bak küçüğüm“ repliğinin üzerinden neredeyse bir yüz yıl geçti. Günümüzde kadın erkek kadar her konuda bilgiye ulaşma olanaklarına sahip: Gene de kadın-erkek eşitliğinin neresindeyiz?

Close