SERDAR DERVENTLİ
Bir yıldan uzun süredir devam eden korona salgını yaşamımızı belirlemeye devam ediyor. Dolayısıyla devlet yöneticilerinin eyalet ve federal düzeyde toplanıp durumu değerlendirmeleri, önlemleri gözden geçirmeleri, yeni kararlar almaları geniş kitleler tarafından yakından takip ediliyor. Yapılan neredeyse her Korona-Zirvesi’nden sonra hükümetlerdeki (federal ve eyalet) politikacılar kararları düzeltmek, ek kararlar almak veya geri çekmek zorunda kaldılar.
İlk dönem bu durum hoşgörüyle karşılanıyordu. Sonuçta yeni(!) bir virüs karşısında bu çok da anlaşılmaz değildi. Örneğin maske meselesi: İlk dönemler çok fazla gerekmediği söylendi, hatta bazı bilimciler bu maskelerin işe yaramadığını söylediler. Ardından atkı, şal ve benzeri bezlerin yeterli olacağını ve en sonunda piyasaya sürülen bez maskeler. Sonrası biliniyor; bugün birçok bölgede sokakta gezerken bile FFP2 maske zorunluluğu var.
Aşılarla ilgili benzer bir muamma yaşanıyor. Aşının bulunmasının birkaç yıl alabileceği söylenirken yaz sonrası birçok şirket aşılarını piyasaya sürmek için sıraya girdi. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre dünya genelinde korona virüsüne karşı 278 aşı çalışması var (şuan piyasada olanlar buna dahil). AB genelinde (ve dünyanın bazı ülkelerinde) yapılmaya başlanılan BioNTech, Moderna, AstraZeneca ve Johnson&Johnson şirketlerinin aşılarının lisans prosedürü (“Zulassungsverfahren”) EMA (Avrupa İlaç Ajansı) tarafından sonuçlandırılmadı bile (bkz.: vfa.de). EMA, AB Komisyonuna sadece, “olumlu onay tavsiyesinde” bulundu.
Bu nedenle Almanya’da AstraZeneca şirketinin aşısıyla ilgili karmaşa sürekli bir hal aldı. Önce yaşlılara ve küçük çocuklara vurulmayacaktı, sadece bu iki grubun arasındakilere vurulacaktı. Şimdi ise sadece 60’ın üzerindekilere vurulacak. İngiltere’de ise tam da bu aşı herkese vuruluyor, orada ise BioNTech firmasının aşısının en yaşlılara vurulması tavsiye ediliyor. Yani Almanya’dakinin tam tersi bir durum.
YAŞANANLAR SKANDAL DEĞİL BERLİN’DEKİ HÜKÜMETİN NORMALİ!
Geride bıraktığımız aylar (özellikle mart ayının son haftası) birçok açıdan öğretici oldu. Birkaç aydır devam eden “maske skandalında” hangi politikacıların (ve akrabalarının) aracı oldukları için ne kadar rüşvet aldıklarını öğrendik. Bunlar tabi ki cezalandırılmalı. Ama asıl skandal rüşvet değil, devlet tedariklerini yapmakla yükümlü kurumların işletilmemesi ve bunların özel şirketler tarafından organize edilmesi.
Pandeminin başlamasıyla birlikte, kamu ihale kanunu askıya alındı ve kamu ihaleleri durduruldu. Federal hükümet, “salgın kriz yönetimi” için her zamankinden daha fazla özel danışman tuttu ve bunların aracılığıyla piyasadan koruyucu ekipmanlar satın aldı, “halkla iletişimi sağlamak için” reklam ajanlarıyla anlaşmalar yaptı. Örneğin Spahn’ın başında bulunduğu Sağlık Bakanlığı, maskelerin ve koruyucu ekipmanların satın alınmasını organize etmek için “dolandırıcılığa yardımcı” olmakla sabıkalı Ernst & Young’a (EY, dolandırıcılıktan batan Wirecard şirketinin yasal denetçisiydi) 37,1 milyon euro harcadı. 2020 ilkbaharında EY sayesinde Federal Sağlık Bakanı Spahn, 700 civarında şirketten tanesine 4,5 euro ödeme güvencesiyle 6,4 milyar euro hacminde FFP2 maskesi ısmarladı. Sağlık bakanlığının verilerine göre bunun 1,1 milyarlık bölümü satın alındı.
Yine Spahn, halkla korona iletişimi konusunda tavsiye almak için reklam ajansı Scholz & Friends ile 22 milyon euro tutarında dört yıllık bir sözleşme imzaladı. Federal Ekonomi Bakanlığı’nın başındaki Peter Altmaier, korona yardımlarını ödemede kolaylık olsun diye yazılım programı hazırlaması için özel BT hizmet sağlayıcısı Init GmbH’ye Kasım 2020’de 29 milyon euro ödedi. Altmeier Init’in hizmetlerinden çok etkilenmiş olacak ki Şubat 2021’de 60 milyon euroluk ikinci bir anlaşma daha yaptı.
Sol Parti’nin yönelttiği bir soru önergesine verilen yanıtta 2020 yılında Federal Hükümetin ‘harici danışma’ için özel danışmanlık şirketlerine toplam 433 milyon euro ödediği ve bunun bir önceki yıla oranla yüzde 46 arttığını gösteriyor.
ÖZEL YAŞAMDA SINIRLAMA, ÜRETİME SINIR YOK
Bir yıldan fazla bir süredir geniş emekçi kitleleri için normal bir yaşam mümkün değil. Özel buluşmalar, kolektif eğlence, spor gibi sosyal kültürel faaliyetler sıfıra indi. Mağazalardan alışveriş etmek bile -eğer açıksalar- özel çaba gerektiriyor. Tüm bunlar insan psikolojisine olumsuz yansıyor, aile içi şiddetin her türlüsü hızla artıyor. Almanya’da 16 milyon insan, ki bunların iki büyük kesimini yaşlılar ve gençler oluşturuyor, yalnız yaşıyor. Sağlıkçılar bu kesimde de büyük travmalar yaşandığını ve salgın sonrasında bunun topluma olumsuz olarak yansıyacağını bildiriyorlar. Binlerce küçük esnaf aylardır iflas tehdidi ile zar zor ayakta kalmaya çalışıyor.
Diğer yanda ise milyonlarca emekçi her gün işe giderek sanayi üretimini, üretim zincirinin tüm halkalarını ve toplumsal yaşam için zaruri ihtiyaç olanı ayakta tutuyor – yaşamları pahasına olsa da! Evden çalışanlar için de durumun hiçte parlak olmadığı gazetemizde defalarca işlendi.
VİRÜSLE YAŞAMAYI ÖĞRENİN!
Aylardır değişik alanlardan bilim insanları, aydın ve sanatçılar, sendikacılar, demokratik kitle örgütleri, “yarım yamalak önlemler yerine üç-dört hafta tam kapanmayı” talep ediyorlar. Özellikle sanayi üretiminin ve bürolarda çalışmaya ara verilmesi gerektiğini, buraların virüsün yaygınlaştığı alanlar olduğunu üstüne basa basa söylüyorlar. Bazı gazete yorumlarında RKİ uzmanlarının da aynı görüşü savunduğu, gizli tutulan raporlarda özellikle işyerleri ve okullarda virüsün yaygınlaştığı yer aldı.
Bu akla yatmayacak gibi değil. Sonuçta özel yaşam sıfıra çekilmesine rağmen üretim ve üretimin sürekliliğini sağlayan alanlarda ‘yaşam’ yüzde yüz devam ediyor, virüse yaygınlaşması için olağanüstü büyük bir alan sunuluyor.
Ocak ayında Federal Çalışma Bakanı Hubertus Heil, tüm işletmelerde Covid19 testlerinin zorunlu yapılmasını içeren bir yasa taslağı hazırlıyordu. Daha taslak aşamasında sermaye sürece müdahale ederek bunun işletmeler açısından gönüllülüğe dönüşmesini sağladı. Taslağın komisyonlarda görüşmesinde içine bilinçli olarak “yasal boşluklar” eklendi ve pratik uygulaması hukuksal açıdan neredeyse imkânsız hale getirildi. Testleri kimin ödeyeceği, sağlık personelinin mi yoksa bireylerin kendilerinin mi yapacağı, işçilerin teste zorlanıp zorlanmayacakları vs. vb. gibi hukuksal belirsizlikler var. Almanya gibi yasa hazırlarken kılı kırk yaran bir devlet mekanizmasının çözülmesi bu kadar basit soruları akıl edememiş olmasına inanmak mümkün mü?
Diğer yanda toplumsal hoşnutsuzluk artıyor, hükümete güven azalıyor. Sağlık alanındaki sorunlar ise giderek büyüyor. 2020 yılında 10 bine yakın sağlıkçı, iş stresine dayanamadığı için işten ayrıldı. 20 hastanenin kapatılmasının yanı sıra binlerce yoğun bakım ünitesi tasfiye edildi: Geçen yıl 28 bin 500 olan yatak sayısı 15 Mart (bkz.: statista.com) itibariyle 24 bin 740’a düştü – bunların ise sadece 4 bin 503’ü boştu. Bugün bu rakam daha da düşmüştür!
Bu durumda federal ve eyalet hükümetleri ne yapıyor? Sağlık bakanları, “yoğun bakım ünitelerinde yer azaldığını” (yatakların iptal edildiğini söylemiyorlar!) ileri sürerek özel yaşamın daha fazla kısıtlanması gerektiğini söylüyor.
MERKEL GERÇEKTE KİMDEN ÖZÜR DİLEDİ?
Paskalya öncesi Başbakan Merkel ve bazı bakanlar, uzmanların da uyarılarını dikkate alarak, 22 Mart günü 15 saat süren toplantıda bayram tatilini bir gün önceden başlatma kararı aldı. Sermayeye fazla zarar vermeyecek tarzda alınan bu kararın üzerinden bir gün geçmeden Merkel, süklüm püklüm kameraların karşısına çıkarak, “pek kıymetli vatandaşlardan”, paskalya tatilinin bir gün öne çekilebileceğini söylediği için “özür” diledi. O saate kadar ek tatil gününe karşı ne sokaklarda gösteriler başlamış ne de vatandaşlardan farklı herhangi bir şikâyet gelmişti! Dolayısıyla ek tatil önerisi nedeniyle VATANDAŞTAN özür dilenecek durum yoktu.
Vatandaş, “ek tatil gününü evde mi parkta mı geçireyim” diye düşünürken asıl protestolar sermayeden geldi. BDI (Alman Sanayicileri Birliği) başkanı Siegfried Russwurm, alınan kararın “tamiri mümkün olmayan hasarlara” neden olacağını ileri sürerken kimya, otomobil, makine ve diğer işkollarındaki sermaye birliklerinin sözcüleri hükümete kin kustular. IW Enstitüsü Başkanı Michael Hüther, “açık toplum olarak virüsün bulaşma tehlikesini sıfıra düşüremeyiz. Bu nedenle onunla yaşamayı öğrenmeliyiz” dedi.
Öğrenmemiz gereken virüsle yaşamak değil; insan yaşamına değer vermeyen, son birkaç yüzyılın en büyük salgınında bile karlarına kar katmaktan başka şeyi düşünmeyen, emekçilere kaderinize boyun eğin diyenlerle birlikte yaşamamak, sermayenin egemenliğinden kurtulmak!