Written by 12:00 HABERLER

“NSU Cinayetleri” yazarı Özdemir: İlk Türkçe kitap olduğu için ilgi fazla oldu

NSU Davası’nı izleyen az sayıdaki Türkiye kökenli gazeteciden birisi olan arkadaşımız Yücel Özdemir, yaşananları “Neonazi-İstihbarat-Emniyet üçgeninde NSU Cinayetleri” adıyla kitaplaştırdı. Türkiye’de Kor Yayınevi tarafından basılan kitap Avrupa’da da satılacak. Yücel Özdemir ile kitap üzerine konuştuk.

SEMRA ÇELİK

Kitap, başlayıp biten bir dönemin belgesi olmakla kalmıyor, Almanya’da ırkçı saldırılarla devlet arasındaki bağı da açıkça ortaya koyuyor. Bu tür ilişkiler sadece Almanya ile sınırlı mı? Dünyada başka örekleri yok mu?

Irkçılarla devletin istihbarat örgütleri arasındaki ilişki elbette salt Almanya’ya özgü bir durum değil. Öncesi bir yana özellikle soğuk savaş yıllarında buna pek çok kapitalist ülkede tanık oluyoruz. Komünizmle mücadele adı altında ırkçı-faşist güçler devletin istihbarat ve güvenlik birimlerine yardımcı güç olarak kullanıldı. Devletin doğrudan üstlenmediği pek çok olay ve cinayet bu kesimlere yaptırıldı. Almanya’da ise bu ilişki daha özgün bir şekilde yaşandı. Hitler faşizminin yıkılmasından sonra Batılı emperyalistler tarafından kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti’nin asıl kurucu dayanakları Hitler faşizmi döneminde devlette etkili görevlerde bulunan faşistlerdi. Dolayısıyla devlet aygıtı içinde faşistler hep var oldu. Hal böyle olunca Soğuk Savaş yıllarında devletin güvenlik birimleriyle yeni kurulan Neonazi örgütler arasında bağ hiç de zor olmadı.

Kitabında Alman halkının ırkçılığa karşı mücadelesinden övgüyle söz etmene rağmen, kendilerini bir kenara ayırıp, „bizde olmaz, bunlar Hitler’in torunları“ diye genel olarak Alman halkını suçlayan Türk milliyetçileri tarafından istismar edilebileceği endişesini taşıyor musun?

Yücel Özdemir / Foto: Privat

Cinayetleri işleyenlerin “Hitler’in torunları” olduğu bir gerçek. Ayrıca katledilenlerin asıl olarak Türk olarak seçilmesi de bu dediğinize bir kapı aralıyor. Ancak NSU cinayetleri politik açıdan suistimal edilecek tarzda cinayetler değil, öyle de görülmemeli. Cinayetlerin açığa çıkmasından sonra ülke genelinde yaşanan şoka, sonrasında ortaya çıkan tepkilere yer veriyorum. Bazı kentlerde özellikle Alman antifaşistlerin kurdukları inisiyatifleri anlatıyorum. Asıl olarak cinayeti işleyenlerle istihbarat örgütleri arasındaki baş üzerinde durduğum için, cinayetlerin bütün Almanlara mal edileceğini sanmıyorum.

İkinci bir diğer önemli nokta da, ben sürekli katledilenlerden “Türkiyeliler” olarak söz ediyorum. Çünkü öldürülenler, Boulgarides de Türk sanılarak öldürüldüğünden yola çıkarsak, asıl olarak bilinçli olarak Türkiye’den gelenler arasında seçildi. Tek tek hayat hikayelerinde bakıldığında Türk de var Kürt de var. Alevi de var Sunni de var. Bu nedenle öldürülenlere saygı açısından sosyal konumlarını, ulusal kimliklerini ve inançlarını hep göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

Duruşmaları izlediğinde ailelerin, suçluların, avukatların ve mahkeme heyetinin dikkatini çeken davranışları nelerdi? Davanın sonucuyla ilgili görüşlerin neler?

Aileler başta çok umutlu duruşmalara katıldılar. Sonunda bu umutları kırılarak Münih’ten ayrıldılar. Suçlular kendilerinden emindi ve yaptıklarından, özellikle başsanık Beate Zschäpe, Ralf Wohlleben ve Andre Emiger, hiç de pişmanlık duymadılar. Mahkeme heyeti ise davanın kapsamını genişletmeyi hiç düşünmedi. İddianamedeki “üçlü hücre tezi” hep canlı tutuldu. Hem de o kadar tanık dinlenmesine, bilgi toplanmasına rağmen.

Mağdur yakınlarını anlattığın bölümler var. Mağdurlar arasında iletişim, yakınlaşma, destek ağı oluştu mu? Bu anlamda örnek tavırlardan örnek verebilir misin?

Mağdur aileler arasında güçlü bir ağa biz tanık olmadık. Hatta koşulları ve endişeleri nedeniyle duruşmalara katılmayanlar, kamuoyunda görünmek istemeyenler oldu. Asıl olarak Yozgat, Kubaşık, Şimşek ve Bolugarides ailelerinin örnek bir tutum sergilediklerini söyleyebilirim. Eğer onlar korkup yaşadıkları baskıları anlatmasaydı, bugün emniyet güçlerinin kurban ailelerine yaptıklarını büyük bir olasılıkla öğrenemeyecektik. Bunu yaparken sürekli Almanya’da yaşamaya devam edeceklerini, Almanya’nın cinayeti işleyen Neonazilerden ibaret olmadığının da altını çizdiler.

Kitabın daha satışa sunulmadan büyük ilgi gördü. Bunda Türkçe’de bu konuda yayınlanan ilk kitap olması kadar yıllardır ırkçılık, ırkçılığa karşı ortak mücadele konusunda yazdığın yazılar da rol oynadı mı? Okuma, tanıtım toplantıları yapmayı düşünüyor musun? Belirlenmiş bir program var mı?

Asıl olarak birinci dediğiniz bence kitabın kamuoyunda epey ilgi görmesine neden oldu. Genel olarak Türkiye’de NSU cinayetleri sınırlı ölçüde yer buldu, dava sürecinin kendisini pek takip edilmedi. Sadece önemli anlar haber değeri gördü. Asıl olarak Türkiye kökenli göçmenlerin katledildiği bir davaya ilgisizlik, Alman basının da ilgisini çekmiş olmalı ki, Die Zeit gazetesi iki yıl önce bu soruya yanıt aramak için benim de aralarında olduğum üç gazeteciyle söyleşi yapmıştı.

Ayrıca kitabın davayı kurayla izlemeye hak kazanan bir gazeteci tarafından yazılması da ayrıca bir önem kazanıyor. Yani dışarıdan ya da masa başından araştırmayla değil, olayların içinden yazılan bir kitap olması ayrıca dikkat çekti diye düşünüyorum. Evrensel/Yeni Hayat olarak kurayla davayı izlemeye hak kazanan 50 basın organı arasında yer almamız, aynı zamanda Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli göçmen emekçilere karşı sorumluluğumuzu artırdı. Bu nedenle süreci kalıcı bir belgeye dönüştürmek sadece bu sorumluluğu yerine getirmek değil, aynı zamanda bir görevdi. Gazete ekibi olarak, imkanlarımız sınırlı olmasına rağmen, bu süreci başarıyla izlediğimizi söyleyebilirim.

Pandemi nedeniyle şimdilik fazla okuma ve tanıtım toplantısı yapabileceğimizi sanmıyorum. Buna rağmen pandemi şartlarında 8 Kasım’da Köln’de, 14 Kasım’da Mannheim’de, 15 Kasım’da Stuttgart’ta ve 22 Kasım’da Darmstadt’ta toplantılar yapacağız.

NSU davası kapandı, yetkililer kurbanlardan özür dileyip üzüntülerini belirttiler, ama ardından polis ve ordu içindeki ırkçı yapılar ortaya çıktı. Kassel valisi öldürüldü, NSU 2.0, Essen ve Berlin’deki polis Whatsapp grupları, değişik şehirlerde polisin göç kökenlilere yönelik şiddeti tartışılıyor. İçişleri bakanı Seehofer’in polis içinde ırkçılığı ortaya koyacak bir rapora karşı çıkıyor. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsun?

Seehofer’in yaptığı gerçeğin üzerini örtmek, polis teşkilatı içindeki ırkçıları korumaktan başka bir şey değil. 11 temmuz 2018’de biten NSU Davası’ndan kısa bir süre sonra 2 ağustos 2018’de Frankfurt’taki polis karakolundan NSU Davası müdahil avukatı Seda Başay Yıldız’a NSU 2.0 adına tehdit mektubu gönderilmesi bence sıradan bir olay olarak görüldü. Halbuki öyle değil. Hem de tehdit mektupları daha sonra da devam ettiği halde. Gelişmeler, Alman emniyet teşkilatı içinde hafife alınmayacak derecede güçlü bir ırkçı örgütlenmenin olduğunu gösteriyor. Bu ağ dağıtılmadığı taktirde Almanya gelecekte daha büyük tehlikelerle karşı karşıya kalabilir. Sanırım devleti yönetenler de bunun farkında. Bu nedenle son aylarda emniyet ve ordu içinde artık iyice açığa çıkan, kendini gizleme ihtiyacı duymayan ırkçı kesimlerin bir bölümü şimdi tasfiye ediliyor. Ama bu hepsinin tasfiye edileceği anlamına gelmiyor.

Bütün bunlara karşı atılması gereken iki önemli adım var: Birincisi bütün ırkçı-faşist örgütlerin yasaklanması. Bugün faaliyette olan ırkçı örgütlerin çoğu aynı zamanda devlerin maddi imkanlarından yararlanıyor. Bunların başında da NPD geliyor. İkincisi ise her alanda ırkçılarla hesaplaşacak güçlü bir antifaşist mücadele. Almanya’da bunun dinamiği var. Pek çok kez onbinlerce, yüzbinlerce insan sokağa çıktı. Almanya’da yaşayan Türkiye kökenliler de bu hareketin parçası olarak hareket ederek, her alanda ırkçıların temizlenmesi mücadelesine katılması gerekiyor. Bu yapılabildiği takdirde ırkçı cinayetlerin azalacağına inanıyorum. En büyük arzumuz hiç kimsenin etnik veya dini kimliği nedeniyle katledilmediği bir dünya. Bu nedenle kitabı dünyanın dört bir yanında milliyeti, cinsiyeti, ten rengi, dünya görüşü nedeniyle katledilenlere adıyorum.

Kitabı Almanya’da temin etmek için: info@avrupakitap.eu

Close