Written by 13:42 HABERLER

Ölüm döşeğindeki sosyal demokrasi…

Ahmet Cengiz

Alman sosyal demokrasisinin krizini ele alan bir makalenin bugünkü en büyük sorunu, „nereden başlamalı“ sorusu olsa gerek. Zira SPD denildiğinde mevzu bahis olan, Almanya’nın en eski, neredeyse 155 yıllık partisidir. Fakat yaşının büyüklüğü değil sadece; yerleşik partiler arasında SPD, görünüşü ile gerçekliği en az uyum gösteren partidir. Dolayısıyla, neyin görünüş, neyin gerçek olduğunu ortaya koyma gibi bir özel sorun kendini dayatmaktadır. Gözardı edilemeyecek bir başka husus ise, Almanya tarihiyle adeta özdeşlemiş bir partinin krizinin, salt onun krizi olamayacağı ve kalamayacağı gerçeğidir. Haliyle burada, SPD’nin krizinin nerede bir neden, nerede bir sonuç olduğu soruları gündeme gelmektedir…

Kısacası, SPD’nin ve genel olarak sosyal demokrasinin krizi; çok boyutlu, komplike ve işçi sınıfının politik mücadelesi bakımından son derece önemli sonuçları içinde taşıyan bir vakadır. Açıktır ki, belli başlı politik sorunlar kompleksini yansıtan böylesi bir vakanın tahlili, tek bir makalenin üstesinden geleceği bir iş değildir. Bundan ötürü bu makalede, sosyal demokrasinin krizinin sadece bazı yönleri üzerinde durulduğu baştan belirtilmelidir.

Vakanın vahameti

Son federal seçimlerinin sonucu biliniyor: SPD, aldığı yüzde 20,5 oyla, Federal Almanya’nın kuruluşundan bu yana katıldığı seçimlerin en kötü sonucunu elde etmiştir. Öncesi bir yana; özellikle son haftaların politik yaşamına damgasını vuran hercümerç, SPD’nin bir varoluş kriziyle yüz yüze olduğunu artık herkes için görünür kılmıştır.

Durumun trajik boyutlarını muhafazakar FAZ gazetesi en çarpıcı bir şekilde tasvir etti. Gazete, parti delegelerinin büyük koalisyona hayır deme ihtimalini, „ölüm korkusundan intihar etmek“ olarak değerlendirdi! Bu tasvir, SPD’nin ne tür bir çaresizliğe esir düştüğünü bize anlatmaktadır: İktidara ortak olmak, olağan bir aşınma riskinden öteye, partinin ölümünün kesinleşmesi olarak belirmekte. Bundan sakınmak için muhalefete geçmek ise, intiharla eş anlamlı bir davranışa denk düşmekte. Anlayacağınız, durum vahim!

Bu arada, “ölüm korkusu”unun sadece SPD’yi sarmadığını belirtelim. Bugün kapitalist ülkelerin hemen hemen hepsinde klasik ve yerleşik burjuva partileri (aslında sağ veya sol olmasına bakmaksızın) ciddi bir erozyon sürecinden geçmektedirler. Bu erozyonun politik arka planını, burjuva demokrasisinin bir süreden beri yaşadığı “temsiliyet krizi” teşkil etmektedir. Yani toplumun özellikle orta ve alt sınıfları, yerleşik ve geleneksel burjuva partileri tarafından artık eskisi gibi temsil edilmediklerini düşünmektedirler. Bu algı ve eğilim sonucunda, başta batılı emperyalist ülkelerde olmak üzere kapitalist ülkelerde, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan siyasi partiler sistemi ciddi bir çözülme süreci içindedir. Gelinen yerde, klasik ve yerleşik partilerin yanında ve/veya içinden yeni partiler (“popülist partiler”!) çıkmış, kimi ülkelerde iktidar, kiminde koalisyon ortağı veya ana muhalefet partisi olmuşlardır.

SPD, çaresizliğinin esiri haline gelirken, evet, bir yönüyle, klasik ve yerleşik burjuva partilerinin bu çözülüşünü, onlardan biri olarak paylaşmaktadır. Diğer yönüyle ama, bu gerçek, SPD’nin hazin halinin kendine özgü nedenleri bulunduğunu ortadan kaldırmamaktadır. Alman sosyal demokrasisi, dip cereyanlardan kaynaklı büyük girdaplara yakalanmaksızın böylesi bir çaresizliğe esir düşmüş olamaz.

Ruhunu yitirmek

Bugünkü SPD’den söz ettiğimizde; işçi hareketinde kök salmış ve bu konumunu devrimci işçi hareketini dizginlemek için kullanan klasik sosyal reformist bir partiden söz etmediğimiz açık olsa gerek. SPD çoktandır sosyal reformizmin partisi olmaktan çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, 1950’li yılların sonlarına gelindiğinde, özellikle de 1959’daki Bad Godesberg kongresinde onaylanan programla SPD; sosyalizm ve Marksizme sırt çevirdiğini açıktan ilan etmiş („sosyalist işçi partisi“ olmaktan çıkılmış, „halk partisi“ olunmuştu!), süreç içerisinde “halk partisi” olarak önce kamuflajlı (“sosyal devletçi” parti!), fakat ardından, en geç Agenda 2010 ve Hartz IV yasalarıyla birlikte, kamuflajı bozulmuş bir sermaye partisine (Clinton ve Blair’in başını çektiği ve Almanya’da Schröder’in liderlik ettiği “üçüncü yol” partisi!) dönüşmüştür. Ve bugün “Alman sosyal demokrasisinin krizi”nden söz ediliyorsa, aslında eski kamuflajı başına bela olmuş bir sermaye partisinin krizinden söz edildiği unutulmamalıdır.

Bu sınıf tanımı elzemdir, zira bu husus dikkate alınmadığında gölgeler üzerinden ahkam kesildiğinin farkına bile varılamaz. Mevzuyu büyük koalisyon ortaklığının etkilerinin ötesinde ele alan tartışmalara bakıldığında, SPD’deki kriz şu soruyu gündeme getirmiş bulunmaktadır: SPD, “sosyal devlet” politikalarından vazgeçtiği için mi, yoksa bizzat bu politikaları -sol liberallerin iddia ettiği gibi- “modern bir tarzda” aşamadığı için mi krizdedir?

Oskar Lafontain’e göre, birincisi doğrudur: Gerhard Schröder liderliğinde “SPD safları değiştirmiş” ve kendini “neoliberal ana akıma göre konumlandırmış”tır. Lafontaine açısından, “sosyal devlete ağır tahribat verilmesiyle”, sosyal demokrasi “ruhunu yitirmiştir”!1 Belirtelim ki, 1998’den beri on milyondan fazla oy kaybeden SPD2 saflarında bu düşüncede olanların sayısı az değildir. Sadece onların değil, Lafontaine ve Sahra Wagenknecht’in de gönüllerinde “Willy Brandt SPD’si” özlemi yanıp tutuşmaktadır!

Bu tahlilin mantıksal çıkarımı, sosyal demokrasinin; o eski ruhunu geri kazanmasıyla, yani “sosyal devletçi” politikalara geri dönüp yeniden “küçük adamın partisi” olmasıyla krizini aşabileceğidir. Ancak o kadar da basit midir?

Durduk yerde olmaz

Doğu Bloku ve Sovyetler Birliği çöktükten sonra, Almanya’da o zamana kadar kutsanan “sosyal barış” (Burgfrieden!), sermaye tarafından sevinç çığlıklarıyla ölüm döşeğine kaldırıldı. Sendika bürokrasisi, sermayenin “artık sosyal barış umurumda değil” naralarını sefilce sineye çekti. Ne de olsa emekle sermaye arasındaki güç dengesi değişmiş, yeni koşullar yeni bir güç dengesine ebelik etmişti! Gerek sendika bürokrasisine, gerekse SPD’nin bazı aklıevvellerine göre, kapitalizm, aykırı bir biçimde yolundan sapmış; “sosyal piyasa ekonomisi”nin yerini “vahşi bir kapitalizm”, nam-ı diğer “neoliberalizm” almıştı.

Oysa, tersi doğruydu: Gerçekte, kapitalizm ve Batı’nın burjuva toplumları, kökleri 1917’deki Büyük Ekim Devrimi’ne kadar uzanan ve uluslararası işçi sınıfının İkinci Dünya Savaşı sonrasında kazandığı tarihsel mevzilerle de tahkim edilen olağanüstü bir dönemi geride bırakmaktaydı. Kapitalistler sınıfı ile işçi sınıfı arasında olağanüstü bir güçler dengesine tekabül eden bu özel dönemin yerini, genelde işçi sınıfının aleyhine olan olağan bir dönem almaktaydı. Hatta işçi sınıfının tarihsel yenilgisinin açığa çıkmış olması itibarıyla, bu dönem, olağanüstü olağan bir dönemi ifade etmekteydi! Nitekim; daha çok uzun olmayan bir süre öncesinde, işçi sınıfının kazanımla sonuçlanan 35 saatlik iş haftası mücadelesini püskürtememiş olan sermaye, o zamana kadar taşımayı elverişli gördüğü “güleç yüzlü” maskesini indirmiş, intikam hırsının şekillendirdiği bir suratla işçi sınıfının karşısına dikilerek mağrur bir edayla taleplerini teker teker sıralamıştı!

Peki, bu olup bitenler karşısında Alman sosyal demokrasisi nasıl bir tutum aldı?! Sermayenin zincirlerinden boşalmış saldırganlığı karşısında işçi sınıfının mücadelesini örgütlemek şöyle dursun, “sosyal devleti” dahi savunmadı! Dahası, işçilere, bu saldırganlığın hayrı üzerine birbirinden dokunaklı vaazlar verdi! Yani sermaye, “güleç yüzlü” maskesini indirirken, sosyal demokrasi ruhuna işlenmiş hıyanetçilik aşkıyla kamuflajını yenilemeye koyuldu! Ortada bir ihanet yoktu: SPD, organik bağlarla da bütünleşmiş olduğu sermayenin çıkarlarını, bu sefer yeni dönemin gerekleri üzerinden savunmaktan başka bir şey yapmadı.

Gelgelelim, son kamuflaj SPD’ye ne yakıştı ne de yaradı. SPD, misyonunu yerine getirmek suretiyle misyonerliğini yitirdi! Schröder döneminin Agenda 2010’nu ve Hartz IV yasaları, “ülkenin ekonomik gelişimi için doğru”ydu, “ama SPD için vahim sonuçları oldu”. (Der Spiegel)3 Evet, SPD’nin “reformları” Alman sermayesini ihya etti, ama ana gövdesi işçi ve emekçilerden oluşan seçmenlerine hem kan kusturdu hem de “sosyal devlete” dair hülyalarını tuz buz etti. Burası açık. Açık olmayan husus ise şu: Bir parti neden bindiği dalı keser ki?! Durduk yerde yapar mı bunu? “Willy Brandt SPD’sini” teorize edenlerin atladığı bu soruya rasyonel bir yanıt verilmesi gerekmez mi?

Meselenin özü

Eğer sosyal demokrasinin teorisyenleri gibi, emekle sermaye arasındaki çelişkiyi uzlaşmaz görmüyorsanız, o vakit bu çelişkiden türeyen çatışmaları uzlaştırmayı öngören bir siyaset izlersiniz. Bu durumda uzlaşmazlık momentleri, sizin için geçici ve istisnai bir durumu ifade eder. Tersi durumda; yani eğer Marksistler gibi, emekle sermaye arasındaki çelişkiyi uzlaşmaz görüyorsanız, o zaman olası uzlaşma momentleri sizin için yalnızca geçici ve istisnai bir karaktere sahip olur.

Sosyal demokrasi, bu temel çelişkinin ortadan kaldırılmasını öngörmez, çünkü bu çelişkinin doğasında bunu gerektiren bir zorunluluk saptamaz. Haliyle bu nesnel çelişkinin ve onun özneleri arasındaki ilişkinin muhafazasından yana bir siyaset izler. Bu anlayışı itibarıyla tekelci burjuvaziyle ortak düşünür. Zira tekelci burjuvazi ne kendisinin ne de işçi sınıfının ortadan kaldırılmasından yanadır!

Marksistler ise tam tersine, bu temel çelişkiyi uzlaşmaz gördüklerinden onun aşılmasını öngören bir siyaset izlerler. Bu anlayışları itibarıyla işçi sınıfının çıkarlarını temsil ederler. İşçi sınıfının çıkarı çünkü, tekelci burjuvaziyle birlikte kendisini ücretli köleliğe mahkum eden bu sömürü ilişkisinin tasfiyesini gerekli kılar.

Şimdi, şeytanın avukatlığını yapmak üzere; ve kapitalizmin temel çelişkisine dair sosyal demokrasinin yukarıda özetlenen yaklaşımına da gayet sadık kalarak; Schröder’in SPD’ye ihanet etmediği, Alman ekonomisinin tarihi meydan okumalarla karşı karşıya kaldığı bir dönemde ülke sanayisinin rekabet gücünü artırmaya dönük köklü reformlarının uzun vadede işçi ve emekçilerinin de yararına olduğu, sağlam işyerlerinin ve refahın güvencesinin güçlü bir sanayiden geçtiği savı pişkin pişkin savunulamaz mı?!

Tersinden söylemek gerekirse; sosyal demokrasi saflarında olup da bu bağlamda izlenebilecek herhangi bir siyasetin “ihanet” damgasını yemesini hak ettirecek tek bir durum vardır: Emek ile sermaye arasındaki temel çelişkinin uzlaşmaz olduğundan hareket eden bir politikaya geçmek!! Bu söz konusu olmadıkça, gerisi, sosyal demokrasinin farklı kanatları arasında sürüp giden çekişmelerin renklenmesinden başka bir anlam taşımayacaktır.

Öte yandan ama, meselenin özüne dair bu vurgu, girift konulara yüzeysel yaklaşmanın bir gerekçesi de yapılmamalıdır. Sözgelimi, insanın kalp, akciğer ve benzer yaşamsal organlarının önemine dair bir vurgudan, göz, kol ve benzer organlarının önemsiz olduğu sonucu çıkartılamaz. Bunu yapan birisinin yaşama ve insana bakışı haklı olarak sorgulanır. Sınıf mücadelesine de öyle bakılamaz. Meselenin özünü bilmek; biçim farklılıklarını anlamsız kılmaz, tersine onları doğru anlamlandırmaya, mücadeleler içerisinde onları doğru değerlendirmeye hizmet etmelidir. Evet, sınıf mücadelesi çıplak bir gerçekliktir, ama binbir kılıfa bürünerek cereyan eder!

Başka bir ifadeyle; bugün SPD ve Die Linke’de (Sol Parti) kümelenmiş olan veya kurulması durumunda Lafontaine’in öngördüğü yeni sol kitle partisinde kümelenme ihtimali olan sol sosyal demokrasinin, “neoliberal SPD politikası”na karşı gelişen kitlesel tepkiye vereceği politik yön önemsiz değildir. Açıkçası, bugünün somut koşullarında, bu geniş tepkinin, AfD’nin yerine sol sosyal demokratik bir platform tarafından kucaklanması ehven-i şerdir. Yeter ki, bu olası kucaklamadaki ideolojik-politik sınırlar ve dolayısıyla işçi sınıfının mücadelesinin gerektirdiği tutarlıktan yoksunluk görülsün, daha doğrusu bu süreçte daha da gelişecek ham hayallere karşı bilinçli ve aydınlatıcı bir çalışmanın gerekliliği unutulmasın. Ancak ve ancak bu durumda, bu uğrak; gerek uluslararası işçi sınıfının, gerekse onun ileri unsurlarının bugünkü dünya koşullarında ihtiyaç duyduğu kendine gelme ve pratik mücadeleler içinde toparlanma safhası için olumlu bir işlev görebilir.

Tehdit ve olanaklar

Kar kamuflajı, yazın ortasında bir işe yaramaz. Üstelik, tam tersi bir işlev görür: Sizi hedef olmaktan koruyacağına bizzat hedef haline getirir. Yani, SPD açısından işler tam tersine dönmüştür: Önceki dönemdeki avantajı (“işçilerin, küçük adamın partisi” imajı!), bir süreden beri en büyük dezavantajı durumundadır. Çelişkiler keskinleştiğinde, keskinleşme öncesinin söylem ve siyaseti peş para etmediği gibi, daha büyük hayal kırıklıkların ve tepkilerin kaynağı olur. Göttingen’li siyaset bilimcisi Fanz Walter’in de dediği gibi, “SPD artık hiçbir kimseyi coşturmamakta, aksine insanların tepesini attırmakta”dır!4

Sol sosyal demokratlar ise, Jeremy Corbyn’in Labour Party’sine, Jean-Luc Mèlanchon’un Boyun Eğmeyen Fransa’sına (“La France insoumise”) işaret ederek, “dönüştürücü güç olarak sosyal demokrasinin gereksizleşmediği”ni ileri sürüyorlar.5 Ne ki, “kapitalizmin sosyal düzenlenmesine dair ikna edici bir konsept” hala ortalıkta görünmüyor. Oysa, borsacı takımının jargonuyla söylemek gerekirse, “işi çevirebilmek için bir hikaye gerek”! SPD bunu sunamaz, sunsa bile coşturucu olamaz. Sol sosyal demokrasi bu hikayeyi sunabilir mi? Hikaye kısmı mümkündür, ama gerçek manada “dönüştürücü güç” olmanın karşısına çıkacak olan sınıf zorunun restini görmez, göremez! Sol sosyal demokrasinin geleneksel zaafı, sosyal demokrasiyi dönüştürmek ile kapitalizmin doğasını dönüştürmeyi birbirine karıştırma “gafleti”dir!

Fakat bundan bağımsız olarak: Alman sosyal demokrasisinin bugünkü krizi kuşkusuz ki tarihi bir gelişmedir. Daha önemlisi ama, işçi sınıfının tarihsel misyonunun bilincinde olan ileri işçilerin bu gelişmeden hangi sonuçları çıkartacağıdır.

Bugün Almanya’daki işçi sınıfının ana kitlesi kendini politik bakımdan yurtsuz, ekonomik bakımdan ise güvencesiz hissetmektedir. Ancak, işçiler ve genel olarak emekçiler arasında hayal kırıklıklarından doğan arayışlar, onların gerçek sınıfsal çıkarlarının ifadesi olacak siyasi bir platformda yanıtını bulmadığı müddetçe, bu yurtsuzluk ve güvencesizlik onları her türden politik cereyanlara açık hale getirecektir, ki kısmen de getirmiştir. Demek oluyor ki, SPD krizinin kendisi kadar, onun; AfD gibi, içinde Neo-Nazilerin açıktan yer aldığı ırkçı ve aşırı sağcı bir partinin ana muhalefet partisi olabildiği koşullarda açığa çıkması bir rastlantı sayılmamalıdır.

Neoliberalizm” maskesi altında sürdürülen kapitalist saldırganlıkta başarı kaydedilmesinin siyasi bedeli, “neoliberalizmi” kendine bayrak edinen yerleşik burjuva partilerinin halk kitleleri nezdindeki inandırıclıklarını büyük oranda yitirmeleri olmuştur. Dahası, liberalizm siyasi bakımdan büyük bir darbe almıştır. Yerleşik burjuva partilerinin yüz yüze oldukları siyasi çözülmenin arka planında kapitalist ekonomi politikanın duruyor olması, burjuva demokrasisinin siyasi partiler sistemindeki bu altüst oluşun öyle kolay atlatılamayacağının işaretidir. Örnek olsun: Bilim ve teknolojide yabana atılamayacak gelişmelerin6 bir yönüyle içinde bir yönüyle de başındayız henüz. Bu gelişmelerin konumuz açısından önemli sonuçlar doğuracağı, şimdiki kısmi uygulamalarından da bellidir: Bir kere emek gücünün sermaye tarafından denetiminin kapsamı olağanüstü büyüyecek7, emeğin yoğunlaşması ve üretkenliği artacak ve genel olarak sanayide yeni bir rasyonelleşme dalgası tetiklenecektir. Bu gelişmelerden sadece işçi sınıfı etkilenmeyecek (sömürü ve işsizlikte artış, emek-sermaye çelişkisinde keskinleşme vb.), küçük ve orta burjuvazinin yerleşik ekonomik düzen ve dayanakları da allak bullak olacaktır, ki kısmen olmaya başlamıştır da. Olası sarsıntıların henüz başında olmamıza rağmen, milliyetçilik, ırkçılık ve nefret söylemleri daha şimdiden burjuva toplumunun ortasına doğru kendine yol açmış durumdadır.

SPD’deki çözülme, bir taraftan, Alman işçi ve sendikal hareketi içinde kök salmış burjuva bir fraksiyonun politik tekelinin sarsılması anlamına gelmektedir. Diğer taraftan ama, bu çözülme, işçi ve sendikal harekette yaşanan bir yükselmenin sonucu değildir. Ayrıca, bu gelişmeler; eskisinin çözüldüğü ama henüz ölmediği, yenisinin ise kendini hissettirdiği ama henüz doğmadığı bir uluslararası düzen koşullarında gerçekleşmektedir. Kısacası, tehdit ve olanakların birbirine ebelik ettiği, ama olanakları değerlendirme veya tehditlerden sakınma bakımından işçi sınıfı ve onun ileri güçlerinin toparlanma zamanına ihtiyaç duyduğu, fakat zamanın sanki onlara aldırış etmiyormuşçasına hızlandığı bir safha.

Geniş bir açıdan bakıldığında şunu söyleyebiliriz: İşçi hareketi üzerindeki sosyal demokrasi tekeli sarsıldıkça, Marksizmin Almanya’daki işçi hareketiyle yeni bir mevziden buluşmasının olanakları da olgunlaşacaktır. Görünen o ki, işçi sınıfı yakın gelecekteki mücadelelerini; sermaye sınıfının giderek şiddetlenecek darbelerini somut bir ülkünün ilhamıyla göğüsleme imkanından yoksun olarak ve bu anlamıyla adeta çıplak elle verecektir. Mücadeleleri, kapitalizm hakkındaki hayallerinin peş peşe yıkılarak ve bu hayaller enkazının ağır baskısını derinden hissederek ilerleyecektir. Bugünün Avrupa işçi sınıfı, özellikle de Alman işçi sınıfı, bünyesindeki sosyal demokrasi zehrini attığı oranda zindeleşecek, o oranda da manen sosyalizme açık hale gelecektir. Zehir atmakta olan bünyenin yeniyi kabul etmeye hazır hale gelmesinin bu sancılı sürecine sabırla yakından nezaret etmek ve zayıf düşmesini engellemek üzere kritik müdahalelerde bulunmak – işte Marksizmin işçi hareketiyle yeniden buluşmasının yolu başta bu mevziin tutulmasından geçmektedir.

Bugüne kadar SPD’ye gönül vermiş sıradan işçiler başta olmak üzere, parti içinde ve dışındaki sol sosyal demokrat gençlik ve aktivistlerle, SPD’li ilerici sendikacılarla yakın ilişki aramak, somut talepler üzerinden işbirliğini geliştirmek ve onlarla yapıcı ve eleştirel ideolojik-politik tartışmalara yönelmek açık bir gerekliliktir. Bu diyalog ve tartışmalarda; sosyal demokrasiyi şahıslar üzerinden değerlendiren anlayışların, onun çizgisinin açık iflasını hasıraltı etmeye yaradığını; sosyal demokrasinin tarihinin eleştirel bir muhasebesinin elzem olduğunu; özlemi duyulan “Willy Brandt SPD’sinin” gerisindeki ulusal/uluslararası ve sınıfsal faktörlerin neler olduğunu; “sosyal devlet”in her daim geçici güç dengelerinin bir sonucu olduğunu, işçi sınıfının lehine kalıcı sonuçlar elde etmenin öncelikli şartının politik bakımdan bağımsız, örgütlü ve kararlı bir işçi hareketinin geliştirilmesi olduğu vb. vb. hususlara dikkat çekmek mevcut sürecin bir ihtiyacıdır.

Bu ihtiyacın, bu görevi dert edinenlerden, kendilerini bu ve benzer konularda teorik ve politik bakımdan donatmalarını gerekli kıldığı açık olsa gerek. Adeta çıplak elle mücadele edenlerin gerekli ideolojik ve örgütsel donanıma kavuşmalarının ön koşulu, bizzat bu donanımın taşıyıcıları olduklarını iddia edenlerin kendilerini donatmalarıdır – hem de kaynağını gidişatı anlamış olmaktan alan bir enerjiyle! Aksi halde, ne pratiğin teoriyle bütünlüğü, ne de teorinin pratikte bir karşılığı olacaktır!

1 Der Spiegel, sayı 4, 20 Ocak 2018, sf. 17

2 Partinin üye sayısı 1990 sonu itibarıyla yaklaşık 950 binden, 2017 Kasım itibarıyla 443 bine gerilemiş bulunuyor!

3 agy.

4 Der Spiegel, agy.

5 Andrea Ypsilanti: „Sosyal demokrasi hala kurtarılabilir mi? “; bkz: Sozialismus.de, sayı 2/2018, sf. 6

6 “Şeylerin interneti”, “sanayi 4.0”, “dijitalleşme”, “yapay zeka”, “genetik mühendisliği”, “moleküler biyoloji”, “nano tıp” vb…

7 Örnek olsun: verdi sendikasının üyeleri için çıkardığı „publik“ adlı gazetenin 1/2018 tarihli sayısında çıkan bir habere göre, Amazon tekeli, bir işçiye, beş dakika içinde iki kez “faaliyetsizlik” saptandığı için bir uyarı mektubu gönderiyor!

Close