İrfan ERDOĞAN
Kısa bir işsizlik döneminden sonra nihayet karton fabrikasında iş bulmuştum. İşbaşı yaptığımın ilk gün ustabaşi yanıma gelerek, “Bundan sonra Günter ile çalışacaksın” dedi.
Makineyi ayarlayan Günter’in yanına yaklaşarak Almanca ‘‘Merhaba’’ dedim. Günter duymamış gibi yapınca bir daha “Merhaba” dedim. Bu defa yüzünü ekşiterek bana baktı ve zorla da olsa “Merhaba” dedi.
Günter’in daha ilk günden böyle davranmasına anlam verememiştim, ama içimden “Belki ilk defa gördüğündendir. Sonra ilişkimiz düzelir” dedim. O arada Günter bana dönerek, sert bir üslupla “Makinanın boyası bitti. Git depodan boya al gel!” dedi. Ben de “Tabii ki alırım ama o şekilde söylemen gerekmez” diye karşılık verdim. Günter bu defa sessiz kalmayı tercih etti. Neticede gidip boyayı getirdim. Günter bu sefer teşekkür etti ve öğle yemeğinin geldiğini haber verdi. O ellerini yıkamak için makinenin yanından ayrılınca ben de yemekhaneye gittim. İçeride birkaç kara kafalı görünce içimden, “Bunlar mutlaka Türk” dedim.
Bir iki dakika sonra yanılmadığımı anladım. İsminin sonradan Ümit olduğunu öğrendiğim arkadaş bana merhaba dedikten sonra “Sen yandın hemşehrim” dedi.
“Niye yanmışım, kötü bir durum mu var?” diye sordum.
“Ustabaşi seni Günter’in yanına vermiş, öyle mi?” dedi.
“Evet” dedim, “ne var bunda?”.
“Yanlış anlama hemşerim” dedi Ümit bu defa, “o adam tam bir Nazi kafalıdır, onun için işin zor!”
Bu söylenenlere karşılık ben de, “Onun mutlaka anlamadığı bir tarafımız vardır. Zamanla birbirimizi tanırsak düzelir” dedim.
Makinelerimizin başına dönerken isminin Latif olduğunu söyleyen 60 yaşlarında bir arkadaş bana yaklaşarak “Merhaba aramıza hoş geldin! İsmin ne?” dedi.
Ben de “Erdoğan” dedim. Latif amca daha ortada hiçbir şey yokken başladı Günter hakkında atıp tutmaya: “Sen bu Almanları tanımazsın! Ne yaparsan yap yaranamazsın bunlara. Senin birlikte çalışacağın Günter de çok kötü birisi. Burada hiçbirimizi sevmez. Herif Nazi’nin teki! İnşallah onunla başın derde girmez.”
Ona, “Girmez Latif amca! Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır. Biz de tatlı dilli olmayı tercih ederiz” dedim. Ama Latif amca bildiğinden şaşmıyordu. Bunun üzerine ben de sessiz kaldım.
Bir süre günler öyle akıp gitti… Bu süre içinde iş arkadaşım Günter ile her geçen gün aramız düzeliyordu; hatta bazen şakalaşıp gülüyoruz. Ancak bizim yabancı kökenli arkadaşlar onunla samimi oluşumuza bir anlam veremiyorlardı. Günter de firmadaki diğer yabancı kökenli arkadaşlar gibi epeyce önyargılı. Memleketlerinin daha önce güzel olduğunu, ancak yabancıların gelmesiyle bozulduğunu her vesileyle dile getirip duruyor…
Ben de bu düşüncesinde yanıldığını, her ulusun kendisine göre bir gelenek ve kültürünün olabileceğini söylüyor, biraz hoşgörülü olunursa her şeyin düzelebileceğini anlatmaya çalısıyordum. Onunla hemen her gün böyle sohbet edip tartıştığımızı gören Türk ve diğer yabancı arkadaşlar bize hayretler içinde bakıp duruyorlar, şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı. Fazla da yorum yapmıyorlardı, ama bizim ilişkimizi görmek için ara sıra yanımızdan geçip göz ucuyla bakmadan edemiyorlardı.
Günter’le her konuda tartışıp iddialaşıyor, elimden geldiği kadar onu ikna etmeye çalışıyordum; ama bu çabam nafileydi. Ancak ben de yılmıyor, Günter ise “Siz burada misafirsiniz. Artık çekip gitmenizin zamanı geldi! Memleketinize dönün!” diyor da başka bir şey demiyordu.
Ben ise böyle konuşmasının yasalarda suç olduğundan tutun da bu yaptığının insan olmanın kıstaslarına uymadığını, onun için insana saygı gösterilmesi gerektiğini uzun uzun anlatmaya çalışıyordum. Ama Günter’in bildiği tek şey “misafirsiniz” kelimesiydi.
Bir gün Günter’e yabancıları neden sevmediğini sordum. O da bana gülerek, “Ben insanları severim. Herkes insan; ama sizin memleketiniz burası değil. Siz misafirsiniz, artık gidin de biz de memleketimizde rahat edelim o kadar” dedi…
Günter’i ikna etmek için yaptığımız tartışmalardan da bayağı yorulunca bir süre sustum. Sonra kafamı dağıtmak için etrafı süpürmeye koyuldum. Ama aklım Günter’in bilinçsizce ırkçılığına takılıp kalmıştı. Bir türlü çalışamıyordum. Bir ara süpürgeyi bırakıp tekrar Günter’in yanına gittim.
Sanki söylediğinde çok haklıymış ve beni de ikna etmiş gibi kasılan Günter, oturduğu yerden, “Yaaa… Anladın mı şimdi neden misafir dediğimi! Ben insana karşı değilim arkadaş! Memleketinize gidin artık, burası memleketiniz değil! Olamaz da… Siz misafirsiniz!” dedi yine.
Ben “Yanılıyorsun ve düşüncelerinde de haksızsın. Sana bir soru daha soracağım ama bana dürüstçe cevap vereceksin” dedim.
“Sor” dedi Günter.
Bunun üzerine, “Evinize gelen bir misafirin misafirliği kaç gün sürer?” diye sordum.
Günter makine yağına bulanmış elleriyle başını kaşıdı. Zorlandığını anladım. “En fazla bir iki, bilemedin üç gün sürer” deyince bu defa ben tam sırası dedim ve “Peki misafirlik bir iki gün sürüyorsa nasıl oluyor da buraya kırk yılını vermiş insanlar misafir sayılıyor. İnsan bir evde kırk yıl misafir olur mu?” diye sordum. Renkten renge giren Günter biraz kem küm ettikten sonra susmayı tercih etti. Sanki biraz ikna olmuş gibiydi…
Bu tartışmadan sonra Günter ile ilişkilerimiz düzeldi. Artık birbirimizi daha iyi anlıyorduk.
İlerleyen günlerde beni evine davet edip eşi ve çocuklarıyla tanıştırdı. Böylece kısa zamanda iyi dost olduk… Firmadaki diğer arkadaşlar da Günter’le samimiyetimize sevinerek iyice ısındılar ona.
Günler böylece geçip gitti. Günter benimle nerede karşılaşsa “Artık misafir değilsiniz” diyor.