Written by 11:18 HABERLER

Sistem değişmeli

2020 yılı kapitalist sistemin gerçek yüzünü bir kez daha ortaya çıkardı. “Ders çıkardık, bir daha olmaz, olmayacak” denilen birçok şeyi ilkbahardan bu yana defalarca yaşadık, yaşıyoruz. Sermayenin yeri geldiğinde daha fazla kâr uğruna yapmayacağı, göze almayacağı hiçbir şeyin olmadığı gözler önüne serildi. Küresel ısınmaya karşı önlem alınması için sokağa çıkan gençlerin, “iklim değil sistem değişmeli” sözleri 2020 yılını geride bırakırken daha fazla anlam taşıyor.

Serdar Derventli

Son yıllarda gündeme gelen değişik konularda “kriz” sözcüğü de sürekli gündemde oldu. Açlık, iklim, ekonomi-finans alanları, sosyal güvenlik sistemleri, göç, uluslararası ilişkiler, demokrasi… tüm bunlar “kriz” eki ile anılır oldu.

Sistemi eleştiren sosyal bilimciler son dünya ekonomik krizinden (2008-09) bu yana, “çoklu krizlerden” (*) (“multiplen Krisen”) söz etmekteler. Buna göre, neo-liberal finans kapitalist sistemde, değişik alanlarda baş gösteren ve birbirini karşılıklı etkileyen ve güçlendiren krizler yaşanıyor. Şüphesiz değişik alanlarda krizlerin baş göstermesi ve bunların birbirini etkilemesi yeni bir şey değil, bilim insanlarına göre “yeni” olan bu durumun “gözle görülebilir” hale gelmesi.

İklim krizi bu gözlem için iyi bir örnek: Küresel ısınmanın birçok bölgeyi yaşanmaz hale getirmesi (buzulların erimesi, denizlerin yükselmesi, sel ve kuraklık bölgelerinin genişlemesi nedeniyle yerleşim bölgelerinin ve tarım alanlarının yok olması, beslenme sorununun açlık krizlerine dönüşmesi) sonucu ülke içi ve uluslararası göçlerin (**) artmasına, buna bağlı olarak bölgesel çatışmaların/savaşların artmasına neden olması gibi.

Mayıs 2018’de ölen Marksist siyaset bilimci Elmar Altvater, 2010 yılında yayınlanan “Büyük çöküş” (“Der große Krach”) başlıklı kitabında, bu krizlerin her birinin -özgünlükleri olmakla birlikte- temelinde kapitalist ekonomi politiğin yatmakta olduğunu ve dolayısıyla çıkış yolu ararken tam da bu ekonomi politiğin eleştirisinin kaçınılmaz olduğunu söylüyor.

HAYAT NORMAL DEVAM EDİYORDU…

Geride bıraktığımız 2020 yılına baktığımızda Almanya’da ekonomik krizin üstüne gelen korona salgınının da benzer bir tabloya neden olduğu görülüyor. 2018 yılının sonunda itibaren teklemeye başlayan ekonomi yeni bir krizin yolda olduğunu gösteriyordu. Ayrıca giderek artan bir oranda yeni teknolojiler hem üretim süreçlerine entegre ediliyordu (dijitalleşme) hem de ürünlere yansıyordu. IG Metall tarafından “dönüşüm” olarak tanımlanan sürecin etkileri (rasyonelleşme, üretimin değişik bölümlerini başka ülkelere kaydırma gibi) neredeyse tüm metal ve elektro işkolunda hissediliyordu. Bu kendisini kısa çalışmaların artmasında da gösteriyordu. 2019 ortalamasında 145 bin işçi kısa çalışmada iken Ocak 2020’de bu rakam 2,5 kat artarak 382 bine, şubat ayında ise 439 bine fırlamıştı. (Kutuya bkz.)

Salgının Güney Asya’dan Avrupa ve diğer kıtalara yayılması ekonomik krizin daha hızlı derinleşmesine neden oldu. Almanya’nın yedek parça aldığı başta Çin olmak üzere birçok ülkede salgın nedeniyle üretime zorunlu ara verilmesi sonucu başta otomobil olmak üzere birçok metal ve elektro üretimi de yavaşladı, bazı yerlerde durdu.

Güney Asya’da olduğu gibi Avrupa’nın birçok ülkesinde de korona virüsü ortalığı adeta kasıp kavurmasına karşın Almanya’da mart ayı ortasına kadar hayat “normal” devam ediyor görünüyordu. Ülkenin değişik bölgelerinde birden binlerce insanın hastalanması ve bunlara Covid 19 tanısı konulması üzerine 16 Mart’tan itibaren alışveriş mağazaları, lokantalar gibi hizmet ağırlıklı işletmeler başta olmak üzere okullar ve üniversiteler kapatıldı.

KÂR UĞRUNA GÖZDEN ÇIKARILANLAR

16 Mart – 19 Nisan arası uygulanan karantina, sermaye temsilcilerinin baskısı üzerine 20 Nisan’dan itibaren hafifletilmeye başlandı. Bu bir aylık “en sert karantina” önlemlerinin alındığı ve “her tarafın kapalı olduğu” ileri sürülen süreçte bile Almanya’da emekçilerin yüzde 60’ı (Welt online, 2 Nisan 2020) düzenli işe gittiler, bu da 27 milyona tekabül ediyor. Bunun yanı sıra milyonlarca büro emekçisi ise “Homo Office” (evden çalışma) yapmaya başladılar.

Çalışmayan fabrikaların hiçbirinde üretim koronavirüs salgını nedeniyle durdurmadı. Üretim ya pazardaki talebin gerilemesi ya da yedek parçaların gelmemesi nedeniyle durdu. Örneğin Bosch tekelinin otomobil parçası üreten fabrikalarında kısmi kısa çalışmaya gidilirken hidrolik pompaların üretildiği fabrikalarda hafta sonu ve günlük fazla mesailer yapıldı, bir tarafta kiralık işçiler işten çıkarılırken diğer tarafta kiralık işçiler işe alındı.

Daha karantinanın ilk haftasında mali sermaye hükümete baskı yapmaya başlamıştı: Ülkenin ünlü yatırım bankerlerinden biri olan Alexander Dibelus, Handelsblatt gazetesine verdiği demeçte (bkz.: HB, 23. Mart 2020), “Gerçekten tehdit altında olan nüfusun yüzde 10’unu korumak için nüfusun yüzde 90’ı ve bütün ekonomi aşırı derece engellendiği, hem de genel refah düzeyimizin büyük oranda ve kalıcı olarak aşınmasını göze aldığımız doğru mu? Ben bunu kabul etmiyorum” diye mali sermayenin yaklaşımını özetlemişti.

Mesajı alan Federal Meclis Başkanı Wolfgang Schäuble (CDU), birkaç gün sonra verdiği demeçte, ekonominin fazla zorlanamayacağını belirtiyor ve “yaşamı korumayı her şeyin üstünde tutamayız” diyordu (Tagesspiegel, 26 Nisan 2020). İki gün sonra aynı gazetede bu kez Yeşiller partisinden Tübingen Belediye Başkanı Boris Palmer, “zaten altı ay sonra ölecek olan insanları korumaya gerek var mı” diye soruyordu.

Sermaye aynı tutumu tüm dünyada sergiliyordu. Alınmayan ve geç alınan önlemler, yetersiz olan sağlık sistemi nedeniyle binlerce insanın birkaç hafta içinde virüse yenik düştüğü İtalya ve İspanya’da işçiler, yaşamlarını korumak ve gerekli tedbirlerin alınması için grev yapmak zorunda kaldılar!

ABD Başkanı Trump, “Ekonomi çökeceğine insanların ölmesi daha iyi” (zdf.de, 22 Mayıs 2020) sözleri insana, daha doğrusu işçi sınıfına verilen değeri ortaya koyuyordu.

Sermaye kâr uğruna, toplumsal gelişme için ömürlerini veren yaşlıları baştan kurban etmeye, gerektiğinde çalışabilecek yaştaki genç nüfusun da bir bölümünü gözden çıkarmaktan kaçınmayacağını ortaya koymuştu. Kapitalist sistem nasıl yeni pazarlar elde etmek için milyonlarca emekçinin kanını dökmekten, ülkeleri talan etmekten kaçınmıyorsa üretimi aksatacak hiçbir şeye de tahammül göstermiyor. Geniş emekçi kitlelerinin sağlıklarının tehlikeye girmesi hatta ölüm tehdidi altında olmaları bile onu ilgilendirmiyor.

ABD, Brezilya, Ekvador, İtalya ve en sonunda Almanya’da da cesetler (***) kelimenin tam anlamıyla ortada kaldı! Tabi bunlar sadece basına yansıyanlar.

DÜNYANIN EN İYİ SAĞLIK SİSTEMİ…

Virüs Güney Asya ülkelerinde ortaya çıktığında alınan sert önlemleri “panik oldular”, “demokratik ülkelerde bu tür sert kararlar alınamaz”, “sağlık sistemleri yeterli değil” vb. şekilde yorumlayan Batı Avrupalı politikacılar kısa sürede sonra daha beter bir duruma düştüler.

1990’lı yıllardan bu yana sağlık alanında da hızlanan özelleştirmeler, kamu sağlık sistemine ayrılan bütçelerin daraltılması, hastaneleri döner sermaye ile çalıştırmak yerine kâr endeksli işletmek, diğer kamu hizmetlerinde de olduğu gibi sağlık alanında da hastalara, “müşteri” gözüyle bakmak ve böyle tanımlamak genel geçer olmuştu. Bunun faturasının ağır olacağı değişik sağlık örgütleri ve siyasi örgütler tarafından sürekli söyleniyordu.

Virüs Almanya’da (ve diğer AB ülkelerinde) ilk kez ortaya çıktığında bırakın sıradan vatandaş için yeterli sayıda ağız-burun maskesi olmamasını ameliyata giren sağlık personelinin bile bu konuda kıtlık çektiği, özel korunma elbiselerinin yeterli sayıda olmadığı vs. ortaya çıktı.

Oysa 2012 yılında hazırlanan bir senaryo eşliğinde yapılan sağlık tatbikatında tüm bu eksikler ortaya konmuş, olası bir salgın durumunda gerekli olan teçhizat ve sıhhi malzemelerin sayıları dahi belirlenmişti. Fakat yıllar geçmesine karşın olumlu yönde hiçbir adım atılmadığı gibi onlarca hastane kapatılmış, yatak sayısı sürekli düşürülmüştü.

Başta sağlık bakanı ve afet durumlarında birinci derece sorumlu olan içişleri bakanı özeleştiri vererek istifa etmek yerine, “Bütün dünya bu mamulleri Çin’den alıyor. Ama Çinliler üretimi durdurdukları için gerekli malzemeleri alamıyoruz” diyerek utanmadan suçlu olarak Çin’i gösterdiler.

Ama buna rağmen “dünyanın en iyi sağlık sistemlerinden birine” sahip olduklarını iddia eden ve “kimsenin korkmasına gerek yok” diyen yetkililerin yine yalan söyledikleri ve yaz aylarında alınması gereken birçok önlemi almadıkları yılın son haftalarında tekrar ortaya çıktı. Almanya gibi bir ülkede hala bırakın ücretsiz, bütün vatandaşlara ücretli(!) düzenli hızlı test yapılmasını bile güvenceye alamıyorlar. Yoğun stres altındaki sağlık personeli kullandıkları sıhhi malzemelerin kalitesinin çok düşük olduğunu, eldivenlerin giyerken yırtıldığı, maskelerini bağlarının koptuğunu mitinglerde yaptıkları konuşmalarda açıkladılar.

Henüz boş olan yoğun bakım ünitelerinin sayısının 4 bin civarında olduğu ama burada çalışacak personelin yok denecek kadar az olduğu da sağlık örgütlerinin açıklamalarından sonra hükümet tarafından kabul edildi.

Dünyanın “en iyi sağlık sistemine” sahip ülkede durum buysa yoksul ülkelerdeki durumun ne olduğunu düşünmek bile istemiyor insan olan!

Ekonomik kriz ve salgın nedeniyle yürürlükteki devlet bütçesine ekleme yapıldı ve 2021 bütçesini yeniden gözden geçirildi. Her kim “bu kez ders çıkarmışlardır” diye düşündüyse bu kez de yanıldı. Sağlık bütçesi artırılmadığı gibi hastanelerin kapatılmasına, yatak sayısının azaltılmasına yeşil ışık yakıldı. Diğer yandan ise yılın ortasında 1,3 trilyon Euro olan kurtarma paketinin hacmi yeni kaynaklarla 1,5 trilyona çıkarıldı. Kurtarma paketinin yüzde 98’inin direk sermayeye aktarıldığı gazetemizde defalarca işlendi.

HADİ BU SALGINI ATLATTIK DİYELİM…

Son birkaç yıldır özellikle ilkokul-liseli çocuk ve gençlerin cuma günleri yaptıkları eylemlerle küresel ısınma sorunu bir kez daha gündeme girdi. Eylemlerin kitleselliği, gençlerin olağanüstü netlikle ileri sürdükleri taleplerle küresel ısırma meselesi kolay kolay gündemden düşmeyecek gibi. Bu konunun gündemde kalması iyi de olacak. Çünkü “iklim krizi” diye anılan bu krizde yazının başında belirtilen “çoklu krizler” den biri ve bir bütün olarak yaşamımızı etkiliyor.

Küresel ısınmanın boyutları, etkileri konusunda kamuoyunu düzenli bilgilendiren dünyanın değişik bölgelerindeki binlerce dürüst bilim insanı, küresel ısınmayla ve genel doğa tahribatıyla birlikte, şimdiye kadar insanlığın karşı karşıya olmadığı veya çok sınırlı sayıda karşılaştığı birçok hastalığın en ücra köşelere kadar yayılabileceğini belirtiyorlar.

Ormanların yok edilmesi, çölleşmenin genişlemesi, suların yükselmesi bugün insanlardan uzak yaşayan birçok türü hızla yerleşim bölgelerine yakınlaştırıyor. Diğer yanda daha fazla tarım alanı yaratmak veya değişik madenlere ulaşmak içinde tarım ve sanayi tekelleri insan ayağı basmamış alanlara yöneliyorlar. Dolayısıyla insan türünün olduğu gibi enva-i türde hayvanların ve bitkilerin de yaşam alanları daralıyor, bunların kesiştiği alanlar büyüyor.

Böylece şimdiye kadar tek bir türde görünen birtakım virüsler diğer türlere geçiyor, mutasyona uğrayıp daha bulaşıcı, daha öldürücü olabiliyor.

“Hadi bu salgını atlattık diyelim” diye devam edecektik ama ne yazık ki henüz diyemiyoruz: bu yazı hazırlanırken SARS-CoV-2 virüsünün mutasyona uğradığı ve yüzde 56 daha bulaşıcı olduğu İngiliz bilimciler tarafından açıklandı. Mutasyona uğrayan virüs Danimarka, Hollanda’dan sonra Almanya’nın Hannover şehrinde de tespit edildi. Mutasyonun piyasaya sürülen aşıların koruyucu fonksiyonu nasıl etkilediği konusunda henüz kesin bir bilgi yok.

Bilim insanları, henüz keşfedilmemiş ama her an insanlığı tehdit eden yüzlerce virüsün daha saklı olabileceğine dikkat çekerken, “Bütün türlerin doğal yaşam alanlarını korumadığımız süre her an yeni bir virüs ile karşı karşıya kalacağız. Bilinmeyen bunun olup olmayacağı değil ne zaman olacağıdır” diyorlar.

KAYBEDİLECEK ZAMAN KALMADI

Rusya’daki sosyalist devriminin önderi Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin’in Ağustos-Ekim 1916’da kaleme aldığı “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” başlık eserine yaşadığımız emperyalizm çağını şöyle tanımlıyordu: “Emperyalizm, kapitalizmin özgün bir tarihsel aşamasıdır. Bunun özgün niteliğinin üç yönü vardır: emperyalizm, (1) tekelci kapitalizmdir; (2) asalak, ya da çürüyen kapitalizmdir; (3) can çekişen kapitalizmdir.”

İçinde bulunduğumuz evresinde bu özgün üç niteliği -bunu böyle ifade etmeseler de- özellikle gençlik kitleleri tarafından görülür hale gelmiştir. Küresel ısınmaya ve doğanın talanına karşı alanlara çıkan, işçi ve emekçilerle birleşmeye çalışan ve “iklim değil – sistem değişmeli” sloganını temel sloganları haline getiren gençler, kapitalist tekellerinin yarattığı açlığa ve yoksulluğa karşı tekellerin mal varlıklarını el konulmasını talebiyle alanlara çıkan, krizin faturasını zenginler ödesin diyen, tüm sınırların açılmasını isteyenler, daha iyi bir yaşama doğru denize açıldığında boğularak ölen bir insanın dahi fazla olduğunu söyleyenler, bir kadının daha katledilmesine tahammül göstermeyeceğiz diyen kadınlar, son birkaç yıl içinde konut tekellerinin kamulaştırmasını, sağlık sisteminin yeniden kamuya devredilmesini, diğer ülkelerdeki işçilerle rekabet etmek yerine çalışma sürelerinin tam ücret ve personel karşılığı kısaltılmasını talep eden işçi ve emekçiler tüm bunlar gerçekte çürüyen, can çekişen ve can havliyle halklara, işçi ve emekçilere ve doğaya karşı daha da saldırganlaşan kapitalizmi görmekteler. İşçi sınıfı olarak soyumuzu koruma ve tüm insanlığı kurtarmak için kaybedilecek zamanımız kalmadı.

2021 yılının yeni mevziler kazanacağımız bir yıl olması dileğiyle!

(*) Bkz.: E. Altvater, “Der große Krach: oder die Jahrhundertkrise von Wirtschaft und Finanzen, von Politik und Natur”, 2010. Ayrıca U. Brand, “Die multiple Krise”, 2009.

(**) Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) verilerine göre yaşadığı bölgeyi doğal afet, savaş ve benzeri nedenlerle terk etmek zorunda olanların sayısı 10 yıl içinde ikiye katlanarak 2019 yılında 79,5 milyona çıktı, bu ise dünya nüfusunun %1’inin “mülteci” statüsünde olduğu anlamına geliyor. Yine BM’nin verilerine göre 2019 yılında 272 milyon emekçi ise ekonomik nedenlerden ötürü göçmen/ülke için göçebe işçi konumundaydı (veriler için bkz.: migrationdataportal.org/de).

(***) İtalya’nın Bergamo şehrinde mezarlıkta yer kalmadığı için yüzlerce ceset, gece yarısı askeri araçlarla komşu şehirlere taşındı (Tagesspiegel, 19 Mart 2020). Brezilya’da ölenler fazla olduğu için çok sayıda şehirde yeni mezarlık alanları açılırken Ekvator’da cesetler günlerce evlerinde veya sokaklarda kaldı (FR, 15 Nisan 2020). New York şehrinde defnetme kapasitesi aşılınca cesetler soğutucu araçlarda üst üste dizilmek zorunda kalındı (Tagesspiegel, 1 Mayıs 2020). Hastane morglarında yer kalmadığı için Almanya’nın Hanau şehrinde merkezi mezarlıkta konteynerlerden morg kuruldu (Spiegel.de, 17.12.2020).


Almanya’da kısa çalışma*

Kasım           1.981.805
Ekim            1.801.791
Eylül             2.046.612
Ağustos        2.551.389
Temmuz       3.250.538
Haziran         4.419.006
Mayıs           5.726.323
Nisan            6.006.765
Mart             2.834.310
Şubat              439.353
Ocak               382.423
2019 Ø            145.276

2018 Ø            117.659

*Federal Çalışma Ajansı BA tarafından her ay yayınlanan kısa çalışma verileri sürekli güncelleştirildiği için geçmiş dönemin verileri de kesin değil. BA bir süre önce Nisan ayında kısa çalışmaya çıkanların sayısını 6,8 milyon olarak vermişti, daha sonra bu rakam düzeltildi.

Close